Yaza başlarken heyecanla beklenen birçok kültür-sanat etkinliği vardı. Bir
sürü müthiş etkinliğin arasından özellikle bazı konserler benim için oldukça mutluluk
ve heyecan vericiydi. Başta yıllardır canlı izlemeyi istediğim Muse olmak üzere Sia, Two Door Cinema Club
gibi çok sevdiğim bir sürü müzisyeni izleme şansı yakalayacaktım. Ancak her şey
beklenmedik bir şekilde değişti. O dönemde yaşanan oldukça üzücü bazı olaylar
birçok etkinliğin iptaline neden oldu. Two
Door Cinema Club, Muse, Skunk Anansie, Steve Vai ve Joan Baez konserlerini iptal edenlerden sadece bazılarıydı. Geçen haftalarda
ise izlemek istediğim bir diğer müzisyen Sia
da bu iptal grubuna katıldı ve konserini iptal ettiğini açıkladı. Bu
konserlerin iptalini haklı bulan da var bulmayan da. Mesela siz öyle dönemlerde
müzik ve festival mi konuşulur diye düşünebilirsiniz belki ama ben kültür-sanat
etkinliklerinin herkes için farklı anlamlara sahip olduğunu düşünürüm hep. Yani
bana göre bir konserde geçirilecek 2-3 saat birilerinin kafasını dağıtmasına
veya kafasını toplamasına yardım edebilir. Ayrıca müzik de iyileştirici güce
sahip sanat dallarından sadece biridir bence. İşte bu nedenle Joan Baez’in sonradan özür dilemek
zorunda kaldığı abartılı açıklamasından tutun da yıllardır bekleyip, 4 ay kadar
önceden de biletini alarak çok heyecanlandığım ama son anda iptal olduğu için
gidemediğim Muse konseri için
yaşadığım hayal kırıklığına kadar olan birçok şey beni hepten üzmüştü. Şimdi benim
bunları neden yazdığımı düşünüyorsanız öncelikle şunu belirtmeliyim amacım
gelmeyenlere sitem etmek veya birilerine yüklenmek değil aslında. Asıl amacım
bu tür etkinliklerin sevgi, barış, mutluluk ve daha birçok güzel şeye sebep
olabileceğini belirtmek. Bunun da en güzel örneği de Joss Stone’un bu çok ama
çok özel konser oldu. Konser olalı yaklaşık 1 ay oldu, biraz geç kaldım ancak yine
de bu yazımı tamamlamaya karar verdim. Bunun nedeni hem benim bu güzel anıyı
olabildiğince iyi aktarmayı hem de konsere gidenlerin hatırlamasını,
gitmeyenlerin ise mutlaka bilmesini sağlamak istememden kaynaklanıyor. Ayrıca
hala bu yaz olan en güzel şeylerden de biridir bu konser benim için. Gerçekten
de çok özel bir geceydi.
Joss Stone
o dönemde konserlerini iptal eden birçok ismin aksine korkusuzca İstanbul’a
geldi ve hayatımda gördüğüm en tatlı, en eğlenceli ve en mutlu edici performanslardan
birini sergiledi. Bu çok özel konserle beni en büyük hayranlarından biri yapan Joss Stone, zorlu dönemlerin ve sonrasındaki iptallerin ardından
yaşadığım hayal kırıklıklarına tam anlamıyla ilaç gibi gelerek beni çok da
mutlu etmişti. Bu konser iyi ki gelmişim dediğim konserlerin başında geliyor
kesinlikle.
Yaz döneminde daha önce saydığım konserler de dahil olmak üzere birçok
konsere bilet almış olsam da Joss Stone konseri bilet almadığım
konserlerden biriydi. Ancak her şeye rağmen konserini iptal etmeyip İstanbul’a
geleceğini açıklaması benim fikrimi değiştirdi ve ben de konserine bilet almaya
karar verdim. Bu da son zamanlarda yaptığım en iyi şey oldu sanırım. Çünkü tüm
yaşanan üzüntüleri, hayal kırıklıklarını unutmak ve sevgi, barış gibi güzel
şeylere her zamankinden daha çok inanmak için yapmam gereken tek şey Joss Stone’un canlı performansını izlemekmiş. Çok yüksek enerjisi, aşırı
güler yüzü ve oldukça sevecen tavırlarıyla Joss,
benim tamamen pozitif ve mutlu hissetmemi sağlamıştı.
Daha önce birçok konsere gitmiş olsam da Joss Stone kadar tatlı, enerjisi
yüksek ve doğal birini hiç canlı izlememiştim sanırım. Joss’un konser öncesinde bir hesabında paylaştığı videoda “Geliyorum.
Yine biraz dans edip şarkı söyleyeceğim. Umarım siz de gelirsiniz” demesi ve sosyal
medya hesaplarından bizi konserine davet etmesi, sonrasında ise Taksim’den (üstteki) fotoğraf
paylaşıp sevgi ve barış mesajı vermesi de ayrı bir güzeldi zaten. Konseri özel
yapan etmenlerin başında onun muhteşem kişiliği ve inanılmaz performansı
geliyor tabii ki. Ancak tüm diğer şeyler de bu konseri sıradan olmaktan çok daha
öteye taşıyıp oldukça özel bir hale getirdi kesinlikle.
Joss Stone geç
tanıştığım şarkıcılardan da biriydi aslında. İlk olarak bazı harika şarkıları
ve müthiş düetleriyle tanıdığım Joss’un
ilk albümü The Soul Sessions, 2003 yılında çıkmıştı ancak benim
onunla ilk tanışmam 2011 yılında
olmuştu. Bu da Joss’un Mick Jagger, Dave Stewart, A. R. Rahman ve Damian
Marley ile birlikte oluşturduğu ve ancak kısa süreli olabilen süper grup SuperHeavy sayesindeydi. O dönemde en
sevdiğim şarkılardan biri grubun Miracle
Worker isimli şarkısıydı ve bu şarkı beni Joss Stone dinlemeye itmişti.
Böylece onu çok da sevmiştim aslında ancak niye bilmiyorum ama hiçbir zaman en
sevdiğim isimler arasında olmamıştı Joss
ta ki bu inanılmaz konsere kadar. Artık kuşkusuz bir şekilde en sevdiğim
sanatçılardan biri olduğunu söyleyebilirim. Daha önce nasıl olmuş da
favorilerim arasına girememiş anlamıyorum kesinlikle çünkü gerçekten muhteşem
birisi.
Albüm kayıtları da harika olan Joss’un
konser performansı ise bambaşkaydı. Gerçekten tarifsiz, inanılmaz bir canlı
performansı var. Yine gelse yine giderim hatta ne kadar gidersem gideyim
sıkılmam diyebilirim onun konserleri için. Bu yazımda da ilk önce hayranlık dolu
anılarımdan, sonrasında da onun muhteşem şarkılarından bahsedeceğim.
Konser günü saat 9’u biraz geçe Joss,
meşhur fularını astığı mikrofonuna bembeyaz elbisesi süzülerek yaklaştı ve bir
süre gülümsedikten sonra da seyirciyi selamladı. Sahneye de her zamanki gibi
çıplak ayakla çıkmıştı tabi. Reggae, funk, soul, jazz gibi birçok türü
barındıran bu muhteşem konserdeki setlist ise Joss’un 2015 yılında
çıkardığı son albümü Water for Your Soul’dan
hareketli şarkıların ön planda olduğu bir setlistti ve bu nedenle de konserde Reggae
tonu ağırlıktaydı. Ancak Joss birçok
şarkıcının aksine kendi hazırladığı setlist’e bağlı kalmayıp gelen istekleri de
çevirmedi ve neredeyse gelen tüm istek şarkıları aralara serpiştirerek harika doğaçlamalarıyla
da birlikte kendi listesini tamamen değiştirmiş oldu muhtemelen. Sonuç olarak ortaya
unutulmaz bir performans çıktı.
Konserin genel gidişatı ise 3. şarkıyla birlikte belirlenmişti. Normalde Küçükçiftlik
Park’ta gerçekleşmesi planlanan konser Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde
gerçekleşiyordu. Bununla ilgili Joss,
“Biliyorum konsere gelirken ayakta olmayı bekliyordunuz. Hem böyle oturarak
dans etmek de zor oluyor” dedi. Sonra “Tabi oturarak da dans edebilirsiniz” derken
sahnenin kenarına oturup dans etti. Sonunda da artık dayanamayıp aşağı indi ve
herkesi ayağa davet ederken seyircilerin bazılarını da ellerinden tutarak ayağa
kaldırdı. Böylece bir anda herkes ayağa kalkıp dans etmeye başlamış ve konser
de açık hava konseri olmuştu. Joss’un
dışında kapalı alandaki bir konseri bu şekilde açık hava konseri havasına
sokabilen çok kişi gördüğümü söyleyemem. O kadar tatlı bir şekilde herkesi
ayağa davet etti ki kalkıp dans etmemek olmazdı yani o kadar söyleyeyim ben
size. Düşünün ben bile kalkıp biraz dans ettim ki dans etmeyi pek sevmem.
Bütün gece de bu müthiş konser havası devam etti. Muhteşem bir sese sahip
olan Joss ise gerçekten çok doğal,
sıcak ve inanılmaz da komikti. Ayrıca seyirciyle etkileşimi de muhteşemdi. “Merhaba”,
“seni seviyorum” gibi Türkçe sözler öğrenerek herkesin sempatisini kazandı bir
anda. Ara ara yaptığı harika esprileri, sevimli konuşmaları ve aşırı güler
yüzlü olması da herkesi kendine tamamen hayran etmeye yetti. İnanılmaz yüksek
enerjisi, tatlı mı tatlı hareket ve davranışlarıyla tam anlamıyla kalbimizden
vurdu bizi Joss. Konser boyunca her
fırsatta birbirimize bakıp ne kadar tatlı, ne kadar inanılmaz deyip durduk.
Grubu sahneye gelip ilk şarkıyı çalmaya başladığında Joss’u ilk kez canlı görecek olmamın heyecanı vardı üzerimde. Şarkı
çalmaya başladı ve bana çok uzun gelen bir bekleyişin ardından Joss çıktı sahneye. Çıplak ayaklı,
beyaz elbiseli haliyle geldi ve o harika gülümsemesiyle ilk şarkıya Newborn’a başladı. Bu şarkı nasıl geldi,
nasıl geçti hiç bilemiyorum çünkü o sırada ben sadece sahneye, Joss’a odaklanmıştım.
Sonraki şarkılarda ise tam anlamıyla konser havasına girebilmiştim. O da reggae
sever misiniz diye sorup olumlu cevap alınca bu benim için iyi diyerek reggae
ağırlıklı şarkılarını söylemeye başlamıştı bile. Reggae en çok dinlediğim
türlerden biri olmasa da Joss’unki
bir farklıdır benim için. Son albümü Water
for Your Soul’un açılış şarkısı Love
Me mesela konsere girerken de sevdiğim şarkılardandı ancak çıktığımda uzun
süre boyunca aklımdaki tek şarkıydı. Harika bir melodisi ve inanılmaz güzel de
sözleri var.
Harika son albümünün en eğlenceli şarkılarından biri ise Molly Town’du. Birçok şarkı için olduğu
gibi bu şarkının da hikayesini anlattı Joss
tabii ki. Bir yolculuk sırasında arabası bozulmuş ve Molly’s Pub adında bir
barın önünde kalmış. Orada da bir çiftle tanışmış ve onların hikayesini
dinledikten sonra bu şarkıyı yazmış. Joss’un
da dediği gibi hikayenin kalanı şarkıda anlatılıyor zaten, dinleyip öğrenin siz
de.
You Had Me ise Joss’un
çıkardığı ilk albümünün en popüler şarkılarından biri sanırım. Bu şarkıyı
dinleyince müziğinin de yıllar içerisinde ne kadar değiştiğini, ne kadar farklı
yöne gittiğini görebiliyoruz aslında ancak bence bu kadar farklı türün hepsinde
bu kadar başarılı bir iş çıkaran çok isim de yok. Genelde türden türe atlamak müzik
dünyasında pek tercih edilen bir şey değildir, hatta belki de biraz kararsızlık
örneğidir ancak Joss şimdiye kadar
denediği her türde harika işler yaptı bence. Bu şarkı mesela soul havasına
sahip bir ayrılık şarkısı iken son albümü çok büyük oranda reggae havasına
sahipti. Diğer albümlerinde de funk, soul, jazz’ın birçok versiyonunu yine çok
başarılı bir şekilde gördük bence.
Reggae ağırlıklı son albümünden orijinal Joss’a en yakın olan şarkı ise Stuck
On You’ydu ki bu şarkı albümdeki en güzel şarkılarından biriydi bence. Joss da garip olarak gördüğü bu
şarkının albümdeki favorisi olduğunu söylemişti bir röportajında. Garip çünkü şarkıda
kızıl derililere özgü bir enstrüman kullanılmış. Tıpkı şarkı gibi garip, ilginç
ve bir o kadar da güzel olan klip ise Paris’te çekilmiş.
Konserden sonra aklıma takılan şarkılardan bir diğeri de müthiş bir şarkı
olan Big Ol’ Game’di. Sözleri ve
müziği ile beni hemen etkisi altına alan bu şarkıda Joss’a Raphael Saadiq de
eşlik ediyor.
Konserde dinleme şansı bulduğumuz şarkılardan biri olan Music ise Joss’un müziğe olan sevgisini anlatan bir şarkı. Bununla ile ilgili
olarak “Herkes sevgiyi yanlış yerde, insanlarda arıyor ancak sadece müzik
karşılıksız sevgi sağlayabilir bence.” demişti. Müziği gerçekten çok sevdiği de
her hareketinden belli oluyor zaten.
Free Me ise Joss’un
Colour Me Free! adındaki albümünün
yayımlanacağı dönemde çalıştığı plak
şirketini, EMI’yi protesto etmek amacıyla yazdığı bir şarkıymış. Şarkının da yer
aldığı bu albüm çıktıktan sonra da Joss oradan ayrılıp Stone’d
Records adında bir plak şirketi kurmuş ve o zamandan beridir de kendi plak şirketiyle
çalışıyormuş. Şarkıyı da her anlamda özellikle de müziksel anlamda özgür olmak
hakkında diye tanımlamıştı zaten.
Konserde boyunca ara sıra ilişkilerinden de bahseden Joss, Cut The Line’ı
söylemeden önce “Hani bazen bir şeyler söylemeye, bir şeyler anlatmaya
çalışırsınız ama karşıdakine bu bir türlü geçmez ya işte bu da onunla ilgili
bir şarkı.” demişti.
Bir ara kardeşi Harry’den de bahseden Joss,
müzik konusunda onun kendisinden daha yetenekli olduğunu ve onunla sık sık müzik
hakkında konuştuğunu söylemişti. Harry’s
Symphony de kardeşiyle birlikte eskiden yazdıkları şarkıların bir şekilde
birleşmesiyle ortaya çıkmış ve son albümün de en eğlenceli şarkılarından biri olmuş
bence.
Underworld ise son albümünün sakin şarkılarından biri ve bu
da gerçekten harika bir şarkı. Konserde de favorilerimden biri olmuştu.
Wake Up ise efsane reggae şarkıcısı Bob Marley’nin en küçük
oğlu Damian Marley’nin ona eşlik ettiği harika bir şarkı. SuperHeavy’de de beraber çalışan Damian ve Joss bu
şarkıyı ondan da önce yapmaya başlamışlar. O sırada SuperHeavy albümü çıkmış ve sonrasında şarkı tamamlanınca da Damian şarkıya bayıldığını söyleyerek Joss’u reggae albümü yapması için teşvik
etmiş. Bu şarkının da yer aldığı reggae havasına sahip son albüm Water for Your Soul, bu şekilde oluşmuş
aslında.
Normalde setlist’inde olup da konserde söylemediği şarkılardan biri ise The Answer’dı ve bu şarkı son albümünün en güzel şarkılarındandır bence.
Konserdeki sevgi ve barış temasının yoğun hissedildiği bir harika bir şarkıdır.
Çok da renkli ve eğlenceli bir klibi var. Sırf bu klibi izleyerek bile Joss’u sevebilirsiniz zaten, beni her izlediğimde
gülümseten harika bir klip bu.
Super Duper Love (Are You Digging on
Me) ise bence Joss’un en güzel ve en tatlı
şarkılarından biridir. Konserde bu şarkıyı seyircilere söyletmeye çalışırken ki
halleri de ayrı bir tatlıydı. Şarkının orijinali Sugar Billy’e ait olsa da ben Joss’un
ilk albümünde yer verdiği bu cover’ı bence daha güzel.
Cover demişken en güzel cover’larından biri de en sevdiğim The White Stripes şarkılarından biri
olan Fell in Love With a Girl için yaptığı
cover’ı Fell in Love With a Boy’dur.
Gerçekten harikadır. Konserde buna da yer vermesi beni çok mutlu etti ki bu
şarkıda hem onun hem de gitaristinin performansı müthişti. Hatta o sırada konserin
en muhteşem anı bu performans gibi gelmişti bana ancak henüz en muhteşem an
gelmemişti.
Fell in Love With a Boy’un ardından Joss’un
sahneyi terk etmişti ancak buna rağmen konserin henüz bitmediğini biliyorduk
çünkü en güçlü şarkılarından biri olan Right
To Be Wrong’u bile söylememişti daha. Yeniden sahneye çıktığında ise Right To Be Wrong’u yoğun duygularla,
derinden hissederek muhteşem bir şekilde söyledi ve işte bu an benim konserdeki
favori anım oldu. Bu şarkıyla birlikte bize hata yapma hakkımız olduğunu hatırlattı. Ardından da barış işareti yaparak sahneyi terk etti ve beni daha bir sonraki
konseri düşünür vaziyette bıraktı.
Joss, konserin sonlarına doğru getirdiği ay çiçeklerini
dağıtırken seyirci ile iletişimi inanılmaz bir seviyeye gelmişti artık. Pozitif
enerjisi, sempatik halleri, dansları ve muhteşem sesiyle İstanbul’da gerçekten unutulmaz
bir iz bıraktı Joss Stone. Herkes salondan mutlu, huzurlu ve
harika anılara sahip bir şekilde ayrıldı. Ve eminim ki birçok kişi de tıpkı
benim gibi Joss’la bir sonraki
konser için sözleşmişti bile. Bu yazımla birlikte umarım siz de Joss Stone’u az da olsa tanımış ve sevmişsinizdir. Gerçekten onun gibi harika
insanları herkesin tanıması gerektiğini düşünüyorum.
Benim en sevdiğim müzisyen Florence
+ The Machine’in solisti Florence Welch’tir ve doğal olarak en sevdiğim grup da Florence + The Machine
oluyor. Çok uzun zamandır da bu durum böyle. Florence Welch’in yeri
benim için gerçekten çok ama çok özeldir (bilen bilir zaten) ancak sanırım bu
konserin de ardından Joss Stone o seviyeye çok yaklaştı. Hatta
belki de Florence Welch ile birlikte en sevdiğim müzisyen
kategorisinin başına gelmiş bile olabilir. Bundan sonra yapacaklarını her
zamankinden daha da heyecanla bekliyor olacağım.
Florence Welch ve Joss
Stone’un bir ortak şarkıları da var aslında, hem de benim en sevdiğim
şarkılardan biridir. Yazımı da bu müthiş şarkının hem Florence + The Machine hem de Joss
Stone’un versiyonlarıyla bitireceğim,
ikisi de birbirinden harikadır (mutlaka bakın derim). Bu arada You Got the Love adındaki bu müthiş şarkının
orijinali 1986 yılında Candi Station tarafından çıkarılmıştı
aslında ancak bana göre bu iki cover versiyonu da ondan daha güzel.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder