8 Ekim 2016 Cumartesi

Film/İnceleme: The Girl on the Train (2016)


Yılın en merakla beklediğim uygulamalarından biri olan The Girl on the Train (Trendeki Kız) sonunda vizyona girdi. Başrolünde Emily Blunt’ın olduğu filmin Haley Bennett, Rebecca Ferguson, Luke Evans ve Justin Theroux gibi tanıdık isimlere sahip güzel de bir kadrosu var. Paula Hawkins’in çok sevdiğim aynı isimli romanından uyarlanan The Girl on the Train, yönetimini çok sevmediğim halde büyük oranda kitaba sadık kalınarak uyarlanmasını taktir ettiğim ve Emily Blunt’ın mükemmel oyunculuğuna bayıldığım bir film oldu. Eğer yakın zamanda sinemaya gitmek gibi bir niyetiniz varsa bunu bir düşünün derim.


Filmdeki ana karakterimiz Rachel, her gün New York’a gidip gelmek için aynı treni kullanmakta ve her yolculuğunda ise pencereden mükemmel çift olarak nitelendirdiği Scott ve Megan’ı izlemektedir. Ancak Megan’ın kaybolmasıyla birlikte her şey değişir. Kitapta olduğu gibi filmin genelinde de anlatıcı olarak Rachel’i görmekteyiz fakat hikaye olaya Megan ve Anna’nın da katılmasıyla oldukça değişik bir hale geliyor. Filmin temelinde yer alan bu üç kadının çok farklı hikayeleri ve sorunları olsa da ilginç bir şekilde yolları kesişiyor.


Filme trende, Rachel’in anlatımıyla başlıyoruz. Zaman geçtikçe de sürekli sarhoş olan ve tam anlamıyla bitik görünen ana karakterimizin neden bu halde olduğunu ve trenin hikayedeki önemini daha iyi anlıyoruz. Rachel, kocası Tom ile birlikte film veya dizilerde her zaman gördüğümüz klasik banliyö tarzı evlerden birinde huzurlu bir hayat sürerken bir türlü çocuk sahibi olmayı başaramadığı için derin bir üzüntüye ve sonuç olarak da alkole sürüklenmiş. Kocası Tom ise onu Anna ile aldatmış, ondan boşandıktan sonra da Anna ile evlenip bir de çocuk yapmıştır. Artık Anna ile Tom, eskiden Tom’un Rachel’la beraber yaşadığı evde yaşarken onların hemen yanında da mükemmel çift Scott ve Megan yaşamaktadır. Her gün trenle giderken bu mükemmel çifti gözleyen ve onlarla ilgili hikayeler üreten Rachel ise bir yandan da sürekli eski kocasını yeni ailesiyle birlikte görmek zorunda kalmakta ve böylece daha büyük bir üzüntüye sürüklenmektedir, tüm bunlar bir anlamda ona kaybettiklerini hatırlatmaktadır. Uzun bir süre sadece trenden bu iki çifti izleyen Rachel’ın dibe vurmuş hayatı, Megan’ın kayboluşuyla tamamen farklı viraja girer.


Film ve kitap uyumu açısından benim en sevdiğim şeylerden biri filmin başında sırayla Rachel, Megan ve Anna’yı anlatıcı olarak görmek oldu, böylece üç ana karakterimiz hakkında hemen fikir sahibi olabildik. Ancak karakter gelişimleri açısından aynı şeyi söylemem çok mümkün değil. Filmde kadın karakterlere verilen önem erkek karakterlerden daha fazla olduğu için erkeklerin kadınlar üzerinde yarattıkları etkini nedenleri ve davranışlarına neden olan motivasyonları konusunda çok fikir yürütülemiyor. Ancak kadın karakterler filmi sırtlamaya yetecek kadar iyi olmuştu. Film genelinde tüm hal ve hareketleriyle şüpheli görünen asıl anlatıcımız Rachel dikkat çekse de bir anlamda kurban olarak görülebilecek diğer anlatıcılar Anna ve Megan’ın film boyunca gösterdikleri değişimler hikayenin akışını sürekli değiştirir nitelikteler, bu değişimler de seyirciyi şaşırtmaya yarayan faktörlerin başında geliyordu aslında.


Biraz yavaş ilerleyen hikaye ise filmin sonlarına doğru hız kazanıyor ve film genelinde kitaptakinden daha az hissedilen gerilim olgusu da beklenen düzeye erişiyor. Film boyunca gittikçe daha da karışan olayların çözüleceği son kısımlarda yaşanan heyecan ve pek beklenmeyen son ise filmin işlenişi açısından en büyük artı olmuş bence. Hiçbir film hikaye derinliği açısından uyarlandığı kitap kadar iyi olmuyor aslında ve bu olguyu bu filmde de bunu ters köşe yaratacak anlarda görüyoruz. Ters köşe gelmesini beklediğimiz birçok yerde olaylar beklediğimiz şekilde gelişse de filmin son kısmı en az kitaptaki kadar etkili olduğu için başarılı bir bitiş denilebilir. Gerilim dolu ve heyecanlı bu son, filmin yavaş ilerleyişini bile dengeler nitelikte hatta.


Peki ya filmin en iyi özelliği neydi derseniz buna birçok kişinin benimle aynı cevabı vereceğine eminim: Emily Blunt. Zaten çok sevdiğim bir oyuncu olan Emily Blunt burada bence sadece kendi kariyerinin en iyi performansını göstermekle kalmıyor, yılın en iyilerinden birini de bize izletiyor. Oldukça zorlu bir karakterin altından çok başarılı bir şekilde kalkan Emily Blunt’ın, bu rolle Oscar’a aday olabileceği de konuşuluyor ki olsa çok da güzel olur. Son yılların en unutulmaz performanslarından birini sergileyerek bunu fazlasıyla hak etmiş bence. Filme anlatıcının konuşmasıyla başlandığı için Rachel’ın alkolik olduğu anlaşılmıyor başlarda ancak ağzını açıp konuşmaya başladığı andan itibaren Rachel’ın o alkollü ve bitkin hallerini bize müthiş bir gerçeklikle yansıtıyor Blunt. Zaten o söylediği ilk kelimeden bile çok etkileyici bir performans izleyeceğimi anlamıştım ki yanılmamışım. Emily Blunt, film boyunca Rachel’ın karakter gelişimini tüm hal, hareketleri ve mimikleriyle bize harika bir inandırıcılıkla aktarmayı başarıyor. Zaman zaman sadece gözleriyle bile oynuyor diyebilirim hatta. Blunt’ın kusursuz oyunculuğu da zaten filmin en büyük artısı.


Filmin bir diğer artısı da Megan rolündeki Haley Bennett olmuştu aslında. Bennett’ı ilk olarak geçtiğimiz haftalarda ülkemizde de vizyona giren The Magnificent Seven’da Emma Cullen rolünde izlemiş ve orada sevmiştim. Ancak buradaki performansı çok ayrı bir performans, Megan rolünde oradakinden çok daha harika bir iş çıkarmış bence. Bu yüzden tam anlamıyla bu sene tanıştığım Bennett’ı daha da çok sevdim. 2016 yılı onun için harika geçiyor gibi görünüyor. Gelecekte neler yapacağını ise hep beraber izleyip göreceğiz.


Filmdeki üçüncü kadın karakteri olan Anna’yı ise geçen senenin en sevdiğim filmlerinden biri olan Mission: Impossible –  Rogue Nation’daki müthiş performansıyla ben de dahil birçok kişiyi kendine hayran bırakan Rebecca Ferguson canlandırıyordu. Ferguson, tıpkı kendisinden beklediğim gibi iyi oyunculuğuyla Bennett ve Blunt’a kolayca ayak uydurabilmiş ve onlarla iyi bir birlik oluşturmuş.


Tom rolündeki Justin Theroux, Scott rolündeki Luke Evans ve Dr. Kamal Abdic rolündeki Edgar Ramirez ise karakterlerinin çok derinliğe sahip olmaması nedeniyle pek ön plana çıkamasalar da göze batmayan, yeterli performanslar sergileyerek BluntBennettFerguson üçlüsünü başarıyla destekliyorlar.


Mom’dan tanıyabileceğiniz Allison Janney de Detektif Riley rolünde oldukça başarılı bir iş ortaya koyuyor. Ancak filmde çok sevdiğim iki diziden çok sevdiğim iki oyuncuyu görmek benim için ayrı bir mutluluk oldu. Friends’te Phoebe’yi canlandıran Lisa Kudrow ile Orange is the New Black’te Alex’i canlandıran Laura Prepon’ın varlıkları bile beni mutlu etmeye yetti diyebilirim.


Filmde beni en rahatsız eden olgu ise hikayedeki karanlık havanın ve gerilimin yeterince yansıtılamaması olmuştu. The Help filmiyle tanıyabileceğiniz yönetmen Tate Taylor, bu atmosferi yaratmakta zaman zaman başarılı olabilse de bunu filmin geneline yaymakta çok iyi bir iş çıkaramamış. Taylor, yaratmak istediği bu karanlık atmosferi neredeyse filmin tamamında gördüğümüz yakın plan çekimi ile yakalamaya çalışmış ki Emily Blunt’ın kusursuz oyunculuğu bile buna bir nebzeye kadar destek verebiliyordu. Yakın plan çekimleri bazı yerlerde (özellikle de Blunt’ın sahnelerinin bazılarında) gerçekten çok etkili olmuştu tamam bunu ben de kabul ediyorum ancak yönetmenin sürekli olarak bunu kullanması beni bir süre sonra çok rahatsız etti. Neyse ki Blunt’tan ona destek verebilecek bir performans gelmiş yoksa bu filmi hiç çekemeyeceğim bir hale getirebilirdi de. Çekimlerini pek sevemesem de yönetmenin kadın oyuncularla etkileşimi harika olsa gerek çünkü onlardan elde ettiği performanslar tam anlamıyla olağanüstüydü. Emily Blunt, Rebecca Ferguson ile Haley Bennett’ın müthiş oyunculuklarla akılda kalıcı bir üçlü oluşturduklarını söylemem gerek.



Sonuç olarak film bence kitaba büyük olanda sadık olması nedeniyle kitabı okuyan, Emily Blunt’ın kusursuz oyunculuğu sayesinde ise kitabı okumayan izleyicileri fazlasıyla tatmin edecektir. Konusunun klişe görünüşüne rağmen banliyö hayatının anlatıldığı birçok filme benzemeyen ve onlardan farklılaşabilen bu filmi sinemada izlemeniz için en önemli neden de zaten çokça belirttiğim Emily Blunt faktörü. Ancak benim özellikle başlangıcını ve sonunu çok sevdiğim bu film, kitabı merak edip okumaya üşenenlerin de son yılların en sevilen çok satanlarından biri olan The Girl on the Train hakkında fikir sahibi olmaları için de çok iyi bir fırsat bence. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder