25 Aralık 2016 Pazar

Kesinlikle İzlemelisin: La La Land (2016)


“Filmler acıdan ve hiçlikten kurtulmanın mümkün olduğu, duygusal ve entelektüel topraklarda yol bulmayı sağlayan birer harita.” demişti efsane sinemacı John Cassevetes. Bu bana çok güzel ve çok da doğru gelen bir söz olmuştur hep. Son zamanlarda her şeyin harika olduğu ve hiçbir derdimizin kalmadığı günlerden geçtiğimizi söylesek yalan olur. Bu durum sadece Türkiye için değil tüm dünya için de geçerli bir durum. İnsanlar artık güzel şeylerden konuşmaktan, güzel şeyleri paylaşmaktan utanır oldu. Ancak herkesin kaçış aradığı ve bir umut bulmak istediği gibi de bir gerçek var ortada. Kimilerine göre bu kaçış bir şarkıyla, kimilerine göre bir kitapla, kimilerine göre bir filmle ve kimilerine göre ise bir oyunla bile olabilmekte. Bana göre ise Cassevetes’in dediği gibi filmlerdir en iyi kaçış şekli. Sanatın tüm dallarının muhteşem bir ahenkle birleştiği, hayran olacağınız ve sizi günlük yaşamınızdan uzaklaştırarak bir umut bulmanızı sağlayacak, size ilham verebilecek bir film her dönem çıkmakta. İşte dünyada her şeyin mutsuzluk, umutsuzluk ve karamsarlıkla kaplı olduğu bu dönemde de La La Land çıktı ve herkesin sevgilisi oldu.


Yayınlanan görselleri, fragmanları ve videolarıyla benim gibi birçok sinemaseverleri kendine hayran bırakan La La Land, inanılmaz derecede nostajik ancak bir o kadar da orijinal ve günümüze uygun bir romantik müzikal. Filmin yönetmeni Damien Chazelle’in de dediği gibi “Şu günlerde perdede umut ve romans görmeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.” Gerçekten de öyle değil mi zaten? Bu tür filmleri görmeye çok ihtiyacımız yok mu? Bence var, hem de fazlasıyla ve artık böyle filmleri çokça göremiyoruz beyaz perdede, bu nedenle de La La Land herkesi kendine hayran bırakmayı başarıp çok özel bir yere yerleşti. La La Land, sinemayı seven birinin sevmemesi imkansız olan bir başyapıt bence. Ben hayatımda hiç bu kadar aşık olduğum bir filmle karşılaştığımı hatırlamıyorum. Filmdeki her şey beni büyüledi, tüm detaylarına hayran kaldım. Hatta öyle ki daha filmi izlemeden aşık olmuş bile olabilirim. (Çevremde bunu onaylayacak çok insan bulacaksınızdır.)


La La Land, açılış sahnesinden itibaren, film boyunca hissettiğimiz bir nostaji hissine sahip ancak buna rağmen sonuna kadar orijinal ve kesinlikle “günümüzün filmi”. Filmi bu kadar özel yapan şeylerden biri de isminde gizli aslında. La La Land, Los Angeles veya rüyaların kalbi olarak görebileceğimiz Hollywood için kullanılan bir takma ad olsa da başka bir anlam daha taşıyor. Gerçeklikten kopuk olma durumu veya hayallere dalmak gibi bir anlamı da var. İşte filmin “günümüzün filmi” olması da günümüz dünyasını çok iyi yansıtması değil aksine bu dünyadan olabildiğince uzak durması ve insanların bunun dışında da bir gerçek olabileceğine inanma ihtiyacını karşılamak için ideal olmasıydı aslında.


Filmimiz adından da tahmin edeceğiniz gibi rüyaların şehri Los Angeles’ta, eğlence sektörünün içinde geçiyor. Hayali oyunculuk olan Mia, Hollywood’da bir kahve dükkanında çalışmaktadır. Hayalini gerçekleştirmek için ise bir seçmeden diğerine koşturmakta ancak bir türlü olumlu cevap alamamaktadır. Her şeye rağmen, Mia’nın hayallerini gerçekleştireceğine dair umudu sürmektedir. Bir gün rastgele tanıştığı Sebastian ise onun aksine daha karamsar olan bir caz müzisyenidir. Onun hayali ise caz kulübü açmaktadır. Cazı kimsenin eskisi gibi görmediğini, cazın değerinin yeteri kadar bilinmediğini düşünen Sebastian kendi kulübünde cazı gerçek kimliğiyle sunmak istemektedir. Günümüzde cazın en saf haliyle hayatta kalmasının zorluklarının ise farkındadır ancak bu geleneklerin tükenmesine engel olmak istemekte ve imkansızlıkları gördükçe daha da içine kapanmaktadır. Sanata bakış açıları birbirinden çok farklı olan Mia ve Sebastian, tanışıp aşık olunca birbirlerine çok iyi gelirler ve hayallerini gerçekleştirmelerine olan inançları da ilişkileri sayesinde tazelenir.


Filmin hikayesi çok eski usul duruyor diye düşünüyorsanız. Gerçekten de öyle ve bu da aslında filmi daha da özgün ve taze hale getiriyor bence. Günümüzde birçok eski şey süslenip püslenip yeniden önümüze sunulmakta ve bizim de bunları yeni bir şeymiş gibi karşılamamız beklenmekte. La La Land de asıl vurgusunu tam bunlarla ilgili yapıyor. Ancak bu vurgu düşündüğünüz gibi eskiden her şeyin daha güzel olduğuna değil de bazı güzel şeylerin nasıl değerinin bilinmediğine yapılan bir vurgu aslında. Yönetmenimizin de belirttiği üzere beyaz perdede umut görmeye ihtiyacımız olan şu dönemde La La Land tam anlamıyla bir ilaç gibi geliyor bize. Sinemadaki türler arasında duyguların gerçeklik tarafından dayatılan kuralları ihlal ederek yansıtılabildiği müzikalin en iyi örneklerinden biri olmayı başarıyor La La Land. Bunu da modası çok büyük ölçüde geçmiş bu türün, içinde yaşadığımız zaman ve onun ihtiyaçları çerçevesinde oldukça yenilikçi olabileceğini göstererek başarıyor. Filmimiz eski müzikal ve filmlerin ruhunu günümüz sinemasına uyarlıyor.


Daha önce her ne kadar film nostajikti desem de bunu son dönemde örneklerini gördüğümüz müzikallerden daha farklı şekilde yaptığını da özellikle belirtmem gerek. Öncelikle bu nostaji olgusunun daha farklı olacağı filmin açılış jeneriğinde perdenin genişlemesi ve bazı sahneler arasında tam yerinde kullanılmış eski usul geçişlerle belli oluyor. Cazın ve sinemanın altın çağından bazı ses ve imgeler ise film boyunca sürekli karşımıza çıkıyor. La La Land, zaman zaman önemli klasiklere atıfta bulunan, ancak onlara olan saygısını göstermekten de hiç çekinmeyen bir film. Benim en sevdiğim detaylardan biri de James Dean’in efsane filmlerinden biri olan Rebel Without A Cause (Asi Gençlik)’deki gökevi sahnesiyle kendi hikayesini birleştirmeyi başardığı bölüm ki bence bu bölüm filmin en büyüleyici bölümlerinden biriolmayı da başarmıştı. Hikaye bazında tamamen Hollywood’a bağlı olan filmimiz zaman zaman da bazı klasik Fransız müzikallerini çağrıştırıyor. Filmin melankolik tonu özellikle Jacques Remy’nin Les Parapluies de Cherbourg (Cherbourg Şemsiyeleri) isimli müzikaliyle benzeşmekteydi. Filmdeki muhteşem açılış sahnesini ise Jacques Remy’nin bir başka müzikali olan Les Demoiselles de Rochefort (Tatlı Günler)’e veya Jean-Luc Godard’ın Week End (Haftasonu) isimli filmine benzetenler de çokça olacaktır. Bu Fransız filmleri dışında tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olan Singin’ in the Rain’den esintiler bulmak da mümkün La La Land’de.


Eski usul olduğu kadar yenilikçi, nostajik olduğu kadar günümüz filmi olan La La Land’in harika çifti Mia ve Sebastian’ı ise Emma Stone ve Ryan Gosling canlandırıyordu. Bu birliktelik Stone-Gosling ikilisinin Crazy, Stupid, Love ve Gangster Squad filmlerinden sonraki üçüncü buluşmalarıydı ama kesinlikle, açık ara en iyisi. Yönetmenimiz Chazelle de Emma ve Ryan için “Onlar şu anda klasik Hollywood çiftlerine en çok benzeyen çift. Bir filmde onları birlikte gördüğünüz zaman çok iyi bir enerjileri olacağını bilirsiniz.” demişti ve bence de bu çok doğru. Daha önceki filmlerinde de çok iyi bir uyuma sahip olan Emma ve Ryan bu sefer hepten olağanüstüydüler. La La Land, müzikallerde Grease’in unutulmaz çifti John TravoltaOlivia Newton-John’dan beri gördüğümüz en unutulmaz çifti bize kazandırdı diyebilirim. Hatta Emma StoneRyan Gosling çifti bu filmle birlikte sinema tarihinin en unutulmaz çiftlerinden biri olmayı da başarıyor. Karşımızda en az Fred Astaire ve Ginger Rogers kadar özel bir çift var bence. Ancak her ne kadar bu ikili muhteşem olsa da film için ilk olarak düşünülen çiftimiz onlar değildi. Normalde Sebastian rolü için Chazelle’in Whiplash’de de birlikte çalıştığı Miles Teller ve Mia rolü için ise Emma Watson düşünülmüş ancak Watson filmi önümüzdeki aylarda çıkacak olan Disney uyarlaması Beauty and the Beast (Güzel ve Çirkin)’de yer almak için, Teller ise farklı bazı nedenlerden dolayı projeden ayrılmıştı. Bunun üzerine ise harika ikilimiz Emma Stone ve Ryan Gosling projeye katılmışlardı. Filmde bu ikiliye Whiplash’deki rolüyle Oscar kazanmayı başaran J. K. Simmons’in ve onun yanında John Legend, Finn Wittrock ve Rosemarie DeWitt gibi başarılı isimler eşlik etse de filmin iki kişilik bir gösteri olduğunu rahatça söyleyebilirim.


La La Land’in gerçeklerden esinlenilmiş gibi duran öyküsü ise seyirciyi daha da içine çekmesini sağlıyor. Öyle ki Chazelle filmin yapım aşamasında Emma ve Ryan’a daha önce film seçmelerinde yaşadıkları kötü tecrübeleri sormuş ve sonra bunlardan bazılarını filme dahil etmiş. Bu da detay da hikayenin ve karakterlerin daha gerçekçi durmasını sağlamış hiç kuşkusuz. Mesela Ryan bir keresinde bir film seçmesinde ağlama sahnesini sergilerken telefon çalmış ve oyuncuları seçecek kişi absürt bir şekilde öğlen yemeği ile ilgili bir görüşme yapmış. Emma ise eskiden girdiği birçok seçmede şarkı söyledikten ya da sadece bir cümle söyledikten sonra reddedilirmiş. Bu detaylar da aslında filmin hikayesini seyirciye daha yakın hissettiriyor ve seyirciyi içine dahil etmeyi de ustalıkla başarmasını sağlıyor.


Filmde iki yıldızımız var belki ama Emma bir adım önde bence. Onu bu filmden önce de severdim ama burada bambaşkaydı. Her şeyiyle rolü için mükemmeldi. Mimikleri, hareketleri, gözleri, kısacası her şeyiyle oynamıştı. Ben hem film boyunca hem de bitince uzun bir süre, mevcut tüm ödüller Emma’ya verilmeli diye bile düşündüm! O kadar harikaydı ki anlatamam. Aşırı sempatik ve oldukça da sevilesi bir karakteri bir müzikalde olabilecek tüm abartıları da içine katarak gerçekçi hale getirmeyi başarmıştı. Düşünün aynı anda hem komedi, hem drama, hem de müzikal oynamıştı. İnanılmaz bir şeydi! Bu arada hem o hem de Ryan rollerine hazırlanmak için bir sürü yeni şey öğrenmek zorunda kalmışlar. Mesela ikisi de aylarca çalışıp filmdeki dans sahnelerine hazır olmak için farklı türlerde dans öğrenmiş. Ryan buna ek olarak, Sebastian’ı oynayabilmek için daha önce hiç bilmediği bir müzik aletini çalmayı da öğrenmiş ki bu müzik aleti de piyano yani! Onun piyano çaldığı sahnelerinin harikalığını ise izlemeden bilemezsiniz. Ben onu piyano başında görmeyi çok sevdim, piyano ona gerçekten çok yakışmış. Rolünde de çok başarılı olduğunu söylemeye gerek bile yok zaten ama yeni öğrendiği dans ve özellikle de piyano yeteneklerinin Ryan’ın karizmasına karizma kattığını söylemeliyim. Önceden birer Oscar adaylığı bulunan ikilimizin bu harika performanslar sonrası yine birer adaylık elde etmesi ise kaçınılmaz gözüküyor.


Şimdi biraz da bize bu filmi kazandıran asıl adamdan Damien Chazelle’den bahsedelim. Kendisi bu muhteşem filmin hem yazarı hem de yönetmeni ve bu yönettiği üçüncü film. Chazelle, La La Land’i 2010 yılında yazmış ancak o dönemde hiçbir stüdyo ona “ölmekte olan bu türde” film yapması konusunda yardımcı olmamış. Bunun üzerine Chazelle, 2014 yılında yine kendi yazıp yönettiği ve yine müzikle ilgili olan Whiplash’i çıkarıp çok büyük bir başarılı elde etmişti. Benim en sevdiğim filmlerden biri olan Whiplash, o sene 5 dalda Oscar adaylığı elde edip bunların 3’ünü kazanmayı da başarmıştı. Yönetmenin bu başarısı sonrasında ise stüdyo bir caz müzikali olan La La Land’e onay vermiş. Film Chazelle için tam anlamıyla bir tutku projesi. Bunu onun film için tüm yaptıklarından görebiliyoruz zaten. Mesela filmde yakalamak istediği duygu tam olarak anlaşılsın ve filmde çalışan herkese bununla ilgili ilham olsun diye onlara her hafta bazı klasikleşmiş filmleri izlettiği gösterimler düzenlemiş. Chazelle’in izlettiği filmler arasında Les Parapluies de Cherbourg, Singin’ in the Rain, Top Hat ve Boogie Nights gibi harika filmler var. Filmi yapmak için 6 yıl uğraşması ve pes etmemesi de Chazelle’in bu projeye ne kadar bağlı olduğunu en önemli göstergesi zaten.


Chazelle’in filmde kullandığı her detay birbirinden özel ve birbirinden güzeldi. Çekimlerde kullandığı açıların, mekanların ve renklerin hepsi harikaydı. Sahnelerin büyük bir kısmının tek çekimde çekilmiş olması da filmin en hayran olunası özelliklerinden biri. Filmin açılış sekansı ise benim izlediğim en iyi açılış sekanslarından biriydi. Gri tonlarının ağırlıkta olduğu otoyoldaki trafik sahnesinin bir anda rengarenk hale döndüğü ve tüm kadronun Another Day of Sun isimli şarkıyı söyleyerek dans ettiği o müthiş açılış sekansı unutulmazlar arasına girecektir. 100’den fazla dansçının kullanıldığı o sekans da filmin tek çekimde çekilen harika sahnelerine sadece bir örnek mesela. Chazelle’in Whiplash’den sonra La La Land gibi bir başyapıtı bize kazandırması onun artık “devler ligi”nde yerini sağlamlaştırdığını gösteriyor.


Filmin bu kadar büyüleyici hale gelmesini sağlayan en önemli nedenlerden biri Chazelle’in harika yönetmenliğine ek olarak harika bir görüntü yönetimine de sahip olması. Film boyunca ışık kullanımı özellikle dikkatimi çeken güzel noktalardan biriydi. Mandy Moore tarafından yapılan koreografilere de bayıldığımı eklemem lazım. Tabii ki bunların hepsi bir yana La La Land için müzikler tüm filmlerde olduğundan daha önemliydi çünkü bu bir müzikaldi. Justin Hurwitz’in daha senaryo ortaya çıkmadan yazdığı, baştan sona orijinal olan müziklerin muhteşem olduğunu söylemem lazım. Filmde müziklerin hikayeyi desteklenmesi ve onunla mükemmel bir uyum yakalaması gerekiyordu ve Chazelle’de bunu sağlamak için daha önce Whiplash’de de çalıştığı Hurwitz’i filmin kurgu aşamasına dahil etmiş. Hurwitz’in bestelediği şarkılar hem filmi sürüklemeye hem de yaratmak istediği duyguları izleyiciye geçirmeye fazlasıyla yardımcı oluyor. Kurgu aşamasına onun da dahil olması da Chazelle’in müziklerle hikaye arasındaki uyuma ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Kurguya verdiği önem Chazelle’in Whiplash’le ödül kazanan kurgucusu Tom Cross’la birlikte filmin harika kurgusunu oluşturmak için yaklaşık 1 sene çalışmasından da belli oluyor zaten.


“Tükenmiş bir tür” olarak görülen müzikal türün en akılda kalıcı, en özel örneklerinden biri olan La La Land, müzikal sevmeyen sinema seyircilerini bile etkileyebilecek bir sürü özelliğe sahip. Enerjisi, renkler, çekimleri, koreografileri ve muhteşem müzikleriyle ise benim gibi zaten müzikal sevenleri mest edecektir. La La Land, zaman zaman güldüren, zaman zaman ağlatan bir hikayeye de sahip ancak özellikle duyguları yerden yere vuran son yarım saatiyle size uzun zaman aklınızdan çıkmayacak bir sinema tecrübesi yaşatacak. Sayısız unutulmaz sahneye sahip olan La La Land’i Emma Stone ve Ryan Gosling’in yıldızlaştığı bir Damien Chazelle rüyası olarak tanımlayabilirim. Sinemayı sevenin sevmemesi imkansız olan büyüleyici bir deneyim. Kimsenin kalbi bu filmi hiç sevemeyecek kadar soğumaz umarım. La La Land’i sinemada izleyin, çokça konuşun ve başkalarına da izletin derim.


Not: Merak edenleriniz için ise filmin harika müziklerini alta ekledim. Spotify üzerinden dinleyebilirsiniz. (Bunları da dinleyin derim!)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder