“Filmler acıdan ve hiçlikten kurtulmanın mümkün olduğu, duygusal ve
entelektüel topraklarda yol bulmayı sağlayan birer harita.” demişti efsane
sinemacı John Cassevetes. Bu bana
çok güzel ve çok da doğru gelen bir söz olmuştur hep. Son zamanlarda her şeyin
harika olduğu ve hiçbir derdimizin kalmadığı günlerden geçtiğimizi söylesek
yalan olur. Bu durum sadece Türkiye için değil tüm dünya için de geçerli bir
durum. İnsanlar artık güzel şeylerden konuşmaktan, güzel şeyleri paylaşmaktan
utanır oldu. Ancak herkesin kaçış aradığı ve bir umut bulmak istediği gibi de
bir gerçek var ortada. Kimilerine göre bu kaçış bir şarkıyla, kimilerine göre
bir kitapla, kimilerine göre bir filmle ve kimilerine göre ise bir oyunla bile
olabilmekte. Bana göre ise Cassevetes’in
dediği gibi filmlerdir en iyi kaçış şekli. Sanatın tüm dallarının muhteşem bir
ahenkle birleştiği, hayran olacağınız ve sizi günlük yaşamınızdan
uzaklaştırarak bir umut bulmanızı sağlayacak, size ilham verebilecek bir film
her dönem çıkmakta. İşte dünyada her şeyin mutsuzluk, umutsuzluk ve
karamsarlıkla kaplı olduğu bu dönemde de La
La Land çıktı ve herkesin sevgilisi oldu.
Yayınlanan görselleri, fragmanları ve videolarıyla benim gibi birçok sinemaseverleri
kendine hayran bırakan La La Land, inanılmaz
derecede nostajik ancak bir o kadar da orijinal ve günümüze uygun bir romantik
müzikal. Filmin yönetmeni Damien Chazelle’in de dediği gibi “Şu günlerde perdede umut ve romans görmeye
her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.” Gerçekten de öyle değil mi
zaten? Bu tür filmleri görmeye çok ihtiyacımız yok mu? Bence var, hem de
fazlasıyla ve artık böyle filmleri çokça göremiyoruz beyaz perdede, bu nedenle
de La La Land herkesi kendine hayran
bırakmayı başarıp çok özel bir yere yerleşti. La La Land, sinemayı seven birinin sevmemesi imkansız olan bir
başyapıt bence. Ben hayatımda hiç bu kadar aşık olduğum bir filmle
karşılaştığımı hatırlamıyorum. Filmdeki her şey beni büyüledi, tüm detaylarına
hayran kaldım. Hatta öyle ki daha filmi izlemeden aşık olmuş bile olabilirim.
(Çevremde bunu onaylayacak çok insan bulacaksınızdır.)
La La Land, açılış sahnesinden itibaren, film boyunca hissettiğimiz
bir nostaji hissine sahip ancak buna rağmen sonuna kadar orijinal ve kesinlikle
“günümüzün filmi”. Filmi bu kadar özel yapan şeylerden biri de isminde gizli
aslında. La La Land, Los Angeles
veya rüyaların kalbi olarak görebileceğimiz Hollywood için kullanılan bir takma
ad olsa da başka bir anlam daha taşıyor. Gerçeklikten kopuk olma durumu veya
hayallere dalmak gibi bir anlamı da var. İşte filmin “günümüzün filmi” olması
da günümüz dünyasını çok iyi yansıtması değil aksine bu dünyadan olabildiğince
uzak durması ve insanların bunun dışında da bir gerçek olabileceğine inanma
ihtiyacını karşılamak için ideal olmasıydı aslında.
Filmimiz adından da tahmin edeceğiniz gibi rüyaların şehri Los Angeles’ta,
eğlence sektörünün içinde geçiyor. Hayali oyunculuk olan Mia, Hollywood’da bir kahve dükkanında çalışmaktadır. Hayalini
gerçekleştirmek için ise bir seçmeden diğerine koşturmakta ancak bir türlü
olumlu cevap alamamaktadır. Her şeye rağmen, Mia’nın hayallerini gerçekleştireceğine dair umudu sürmektedir. Bir
gün rastgele tanıştığı Sebastian ise onun aksine daha karamsar
olan bir caz müzisyenidir. Onun hayali ise caz kulübü açmaktadır. Cazı kimsenin
eskisi gibi görmediğini, cazın değerinin yeteri kadar bilinmediğini düşünen Sebastian kendi kulübünde cazı gerçek
kimliğiyle sunmak istemektedir. Günümüzde cazın en saf haliyle hayatta
kalmasının zorluklarının ise farkındadır ancak bu geleneklerin tükenmesine
engel olmak istemekte ve imkansızlıkları gördükçe daha da içine kapanmaktadır.
Sanata bakış açıları birbirinden çok farklı olan Mia ve Sebastian,
tanışıp aşık olunca birbirlerine çok iyi gelirler ve hayallerini
gerçekleştirmelerine olan inançları da ilişkileri sayesinde tazelenir.
Filmin hikayesi çok eski usul duruyor diye düşünüyorsanız. Gerçekten de
öyle ve bu da aslında filmi daha da özgün ve taze hale getiriyor bence. Günümüzde
birçok eski şey süslenip püslenip yeniden önümüze sunulmakta ve bizim de
bunları yeni bir şeymiş gibi karşılamamız beklenmekte. La La Land de asıl vurgusunu tam bunlarla ilgili yapıyor. Ancak bu
vurgu düşündüğünüz gibi eskiden her şeyin daha güzel olduğuna değil de bazı
güzel şeylerin nasıl değerinin bilinmediğine yapılan bir vurgu aslında. Yönetmenimizin
de belirttiği üzere beyaz perdede umut görmeye ihtiyacımız olan şu dönemde La La Land tam anlamıyla bir ilaç gibi
geliyor bize. Sinemadaki türler arasında duyguların gerçeklik tarafından
dayatılan kuralları ihlal ederek yansıtılabildiği müzikalin en iyi
örneklerinden biri olmayı başarıyor La
La Land. Bunu da modası çok büyük ölçüde geçmiş bu türün, içinde
yaşadığımız zaman ve onun ihtiyaçları çerçevesinde oldukça yenilikçi olabileceğini
göstererek başarıyor. Filmimiz eski müzikal ve filmlerin ruhunu günümüz
sinemasına uyarlıyor.
Daha önce her ne kadar film nostajikti desem de bunu son dönemde
örneklerini gördüğümüz müzikallerden daha farklı şekilde yaptığını da özellikle
belirtmem gerek. Öncelikle bu nostaji olgusunun daha farklı olacağı filmin
açılış jeneriğinde perdenin genişlemesi ve bazı sahneler arasında tam yerinde
kullanılmış eski usul geçişlerle belli oluyor. Cazın ve sinemanın altın
çağından bazı ses ve imgeler ise film boyunca sürekli karşımıza çıkıyor. La La Land, zaman zaman önemli
klasiklere atıfta bulunan, ancak onlara olan saygısını göstermekten de hiç
çekinmeyen bir film. Benim en sevdiğim detaylardan biri de James Dean’in efsane filmlerinden biri olan Rebel Without A Cause (Asi Gençlik)’deki gökevi sahnesiyle kendi
hikayesini birleştirmeyi başardığı bölüm ki bence bu bölüm filmin en büyüleyici
bölümlerinden biriolmayı da başarmıştı. Hikaye bazında tamamen Hollywood’a
bağlı olan filmimiz zaman zaman da bazı klasik Fransız müzikallerini çağrıştırıyor.
Filmin melankolik tonu özellikle Jacques
Remy’nin Les Parapluies de Cherbourg
(Cherbourg Şemsiyeleri) isimli müzikaliyle benzeşmekteydi. Filmdeki muhteşem açılış
sahnesini ise Jacques Remy’nin bir başka
müzikali olan Les Demoiselles de
Rochefort (Tatlı Günler)’e veya Jean-Luc
Godard’ın Week End (Haftasonu)
isimli filmine benzetenler de çokça olacaktır. Bu Fransız filmleri dışında tüm
zamanların en iyi filmlerinden biri olan Singin’
in the Rain’den esintiler bulmak da mümkün La La Land’de.
Eski usul olduğu kadar yenilikçi, nostajik olduğu kadar günümüz filmi olan La La Land’in harika çifti Mia ve Sebastian’ı ise Emma Stone
ve Ryan Gosling canlandırıyordu. Bu birliktelik Stone-Gosling ikilisinin
Crazy, Stupid, Love ve Gangster Squad filmlerinden sonraki
üçüncü buluşmalarıydı ama kesinlikle, açık ara en iyisi. Yönetmenimiz Chazelle de Emma ve Ryan için “Onlar
şu anda klasik Hollywood çiftlerine en çok benzeyen çift. Bir filmde onları
birlikte gördüğünüz zaman çok iyi bir enerjileri olacağını bilirsiniz.” demişti
ve bence de bu çok doğru. Daha önceki filmlerinde de çok iyi bir uyuma sahip
olan Emma ve Ryan bu sefer hepten olağanüstüydüler. La La Land, müzikallerde Grease’in
unutulmaz çifti John Travolta – Olivia Newton-John’dan beri gördüğümüz
en unutulmaz çifti bize kazandırdı diyebilirim. Hatta Emma Stone – Ryan Gosling çifti bu filmle birlikte sinema
tarihinin en unutulmaz çiftlerinden biri olmayı da başarıyor. Karşımızda en az Fred Astaire ve Ginger Rogers kadar özel bir çift var bence. Ancak her ne kadar bu
ikili muhteşem olsa da film için ilk olarak düşünülen çiftimiz onlar değildi. Normalde
Sebastian rolü için Chazelle’in Whiplash’de de birlikte çalıştığı Miles Teller ve Mia rolü
için ise Emma Watson düşünülmüş ancak Watson
filmi önümüzdeki aylarda çıkacak olan Disney
uyarlaması Beauty and the Beast
(Güzel ve Çirkin)’de yer almak için, Teller
ise farklı bazı nedenlerden dolayı projeden ayrılmıştı. Bunun üzerine ise
harika ikilimiz Emma Stone ve Ryan Gosling projeye katılmışlardı. Filmde bu ikiliye Whiplash’deki rolüyle Oscar kazanmayı
başaran J. K. Simmons’in ve onun yanında
John Legend, Finn Wittrock ve Rosemarie
DeWitt gibi başarılı isimler eşlik etse de filmin iki kişilik bir gösteri olduğunu
rahatça söyleyebilirim.
La La Land’in gerçeklerden esinlenilmiş gibi duran öyküsü ise seyirciyi
daha da içine çekmesini sağlıyor. Öyle ki Chazelle
filmin yapım aşamasında Emma ve Ryan’a daha önce film seçmelerinde
yaşadıkları kötü tecrübeleri sormuş ve sonra bunlardan bazılarını filme dahil
etmiş. Bu da detay da hikayenin ve karakterlerin daha gerçekçi durmasını
sağlamış hiç kuşkusuz. Mesela Ryan bir
keresinde bir film seçmesinde ağlama sahnesini sergilerken telefon çalmış ve
oyuncuları seçecek kişi absürt bir şekilde öğlen yemeği ile ilgili bir görüşme
yapmış. Emma ise eskiden girdiği
birçok seçmede şarkı söyledikten ya da sadece bir cümle söyledikten sonra
reddedilirmiş. Bu detaylar da aslında filmin hikayesini seyirciye daha yakın
hissettiriyor ve seyirciyi içine dahil etmeyi de ustalıkla başarmasını
sağlıyor.
Filmde iki yıldızımız var belki ama Emma bir adım önde bence. Onu bu
filmden önce de severdim ama burada bambaşkaydı. Her şeyiyle rolü için
mükemmeldi. Mimikleri, hareketleri, gözleri, kısacası her şeyiyle oynamıştı. Ben hem film boyunca hem de bitince uzun bir süre, mevcut tüm ödüller Emma’ya verilmeli diye bile düşündüm! O kadar harikaydı ki anlatamam. Aşırı
sempatik ve oldukça da sevilesi bir karakteri bir müzikalde olabilecek tüm
abartıları da içine katarak gerçekçi hale getirmeyi başarmıştı. Düşünün aynı
anda hem komedi, hem drama, hem de müzikal oynamıştı. İnanılmaz bir şeydi! Bu arada hem o hem de Ryan rollerine hazırlanmak için bir
sürü yeni şey öğrenmek zorunda kalmışlar. Mesela ikisi de aylarca çalışıp
filmdeki dans sahnelerine hazır olmak için farklı türlerde dans öğrenmiş. Ryan buna ek olarak, Sebastian’ı oynayabilmek için daha önce
hiç bilmediği bir müzik aletini çalmayı da öğrenmiş ki bu müzik aleti de piyano
yani! Onun piyano çaldığı sahnelerinin harikalığını ise izlemeden bilemezsiniz.
Ben onu piyano başında görmeyi çok sevdim, piyano ona gerçekten çok yakışmış. Rolünde
de çok başarılı olduğunu söylemeye gerek bile yok zaten ama yeni öğrendiği dans
ve özellikle de piyano yeteneklerinin Ryan’ın
karizmasına karizma kattığını söylemeliyim. Önceden birer Oscar adaylığı
bulunan ikilimizin bu harika performanslar sonrası yine birer adaylık elde
etmesi ise kaçınılmaz gözüküyor.
Filmin bu kadar büyüleyici hale gelmesini sağlayan en önemli nedenlerden
biri Chazelle’in harika
yönetmenliğine ek olarak harika bir görüntü yönetimine de sahip olması. Film boyunca ışık kullanımı özellikle dikkatimi çeken güzel noktalardan biriydi. Mandy Moore tarafından yapılan koreografilere
de bayıldığımı eklemem lazım. Tabii ki bunların hepsi bir yana La La Land için müzikler tüm filmlerde
olduğundan daha önemliydi çünkü bu bir müzikaldi. Justin Hurwitz’in daha senaryo
ortaya çıkmadan yazdığı, baştan sona orijinal olan müziklerin muhteşem olduğunu
söylemem lazım. Filmde müziklerin hikayeyi desteklenmesi ve onunla mükemmel bir
uyum yakalaması gerekiyordu ve Chazelle’de
bunu sağlamak için daha önce Whiplash’de
de çalıştığı Hurwitz’i filmin kurgu
aşamasına dahil etmiş. Hurwitz’in
bestelediği şarkılar hem filmi sürüklemeye hem de yaratmak istediği duyguları
izleyiciye geçirmeye fazlasıyla yardımcı oluyor. Kurgu aşamasına onun da dahil
olması da Chazelle’in müziklerle
hikaye arasındaki uyuma ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Kurguya verdiği önem
Chazelle’in Whiplash’le ödül kazanan kurgucusu Tom Cross’la birlikte filmin harika kurgusunu oluşturmak için yaklaşık
1 sene çalışmasından da belli oluyor zaten.
“Tükenmiş bir tür” olarak
görülen müzikal türün en akılda kalıcı, en özel örneklerinden biri olan La La Land, müzikal sevmeyen sinema
seyircilerini bile etkileyebilecek bir sürü özelliğe sahip. Enerjisi, renkler,
çekimleri, koreografileri ve muhteşem müzikleriyle ise benim gibi zaten müzikal
sevenleri mest edecektir. La La Land,
zaman zaman güldüren, zaman zaman ağlatan bir hikayeye de sahip ancak özellikle
duyguları yerden yere vuran son yarım saatiyle size uzun zaman aklınızdan
çıkmayacak bir sinema tecrübesi yaşatacak. Sayısız unutulmaz sahneye sahip olan
La La Land’i Emma Stone ve Ryan Gosling’in yıldızlaştığı bir Damien Chazelle rüyası olarak tanımlayabilirim. Sinemayı sevenin sevmemesi
imkansız olan büyüleyici bir deneyim. Kimsenin kalbi bu filmi hiç sevemeyecek
kadar soğumaz umarım. La La Land’i
sinemada izleyin, çokça konuşun ve başkalarına da izletin derim.
Not: Merak edenleriniz için
ise filmin harika müziklerini alta ekledim. Spotify üzerinden
dinleyebilirsiniz. (Bunları da dinleyin derim!)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder