Sanatını hissettiği gibi yaşayan, hayatını da bu
hissettiklerine göre şekillendiren, gelmiş geçmiş en özgün sanatçılardan biri, Patti Smith 23 Haziran 2016’da İstanbul’da unutulmaz bir konser verdi. Patti Smith benim gözümde tarihin en muhteşem
sanatçılarından birisi. Müzisyen, besteci, şair, yazar, ressam, fotoğrafçı, bir
de aktivist olan ve bunların hepsinde kendine özgü bir şeyler bulmayı başaran
başka kim vardır bilmiyorum. Patti Smith
beni en çok etkileyen sanatçıların başında geliyor belki de ama bundaki en
önemli etken şarkıları olmadı, anılarını yazdığı harika eseri Çoluk Çocuk (Just Kids) oldu. Bu müthiş kitabı okuyup da Patti’ye hayran olmamak mümkün olamaz, hele de sonra bir o kadar
harika şiirlerini okuyup inanılmaz güzellikteki şarkılarını da dinlerseniz
zaten tamamdır artık siz de bu muhteşem insana hayran olmuşsunuzdur. İşte ben
tüm bunlardan sonra olabilecek en güzel şeyleri yaşadım konserin olduğu hafta. Sadece
büyüleyici konserini izlemekle kalmadım, onunla tanışıp kısa da olsa bir sohbet
edebildim. Benim için tam anlamıyla unutulmaz ve mükemmel bir haftaydı
diyebilirim. Sonuçta beni çok etkileyen, eserleriyle bana bir sürü şey öğretmiş
olan ve benim için büyük ilham kaynağı olan biriyle tanışmıştım. 70 yaşındaki
bu yaşayan efsane şimdi kalbimde çok daha özel bir yer edindi.
Konserden önceki gün bir imza günü vardı ve Patti kitaplarını imzalayacaktı. Başta,
bana çok şey öğreten ve beni gerçekten çok etkileyen Çoluk Çocuk olmak üzere M
Treni ve Hayalperestler isimli
kitaplarını alıp gittim ben de bu imza gününe tabii ki. 2 saate yakın bir süre
bekledikten sonra sonunda sıra bana gelmişti ve ne kadar heyecanlı olduğumu
anlatamam. Patti, kitaplarımı
imzalarken ben ona heyecanla ve hayranlıkla bakıyordum. Ve işte tam o sırada,
hiç beklemediğim bir anda bana bir soru sordu ve ben de bir anlık şok yaşayarak
kısa bir süre ona cevap veremedim. Hadi bu soru bana kalsın ama tek
söyleyebileceğim şey şu ki onun bana böyle tatlı ve düşünceli bir soru
sormasını gerçekten beklemiyordum. Bu soru üzerine ben de kendimi toparladıktan
sonra kısa ama tatlı sohbetimiz başladı ve sonunda bana imzalanmış kitaplarım
ile birlikte üzerinde “Patti Smith Horses” yazan bir rozet uzattı. Ben
tamam artık her güzel şeyin bir sonu vardır diye düşünürken ise gelmiş gelmiş
en “cool” insanlardan biri olan Patti,
bana gülümseyerek “She is so cool” dedi. Bu da o gün yaşanan her şey arasında
en aklımda kalan andı muhtemelen ve hatta en müthişiydi de kesinlikle. İşte
böyle sıcakkanlı, güler yüzlü ve hayat dolu bir kadını kitapları, şiirleri ve
şarkılarından sonra bir de yüz yüze tanımak paha biçilemez bir deneyimdi. O gün
yaşadığım tüm zorluklara değdi ve hepsini unutturdu. Hatta okulun son
dönemlerinde yaşadığım tüm stres ve zorlukları unutturdu, bir anda her şeyi
güzelleştirdi.
Konserin ise ayrı ve bir o kadar özel bir hikayesi
var. Öncelikle konserden biletler tükendikten sonra haberim olduğu için uzun
bir süre gidemeyeceğim için üzülmekteydim. Gerçi zamanında haber alsam bile
konsere bilet alamayabilirmişim çünkü öğrendiğime göre konser biletleri sadece
“30 dakikada” tükenmiş. Çok kısa sürede bittiğini biliyordum ama bu kadar kısa
sürede olacağını düşünmemiştim. Biletler tükenmiştir yazısını gördükten sonra ise
arada sırada internette belki bulurum diye dolandım ve konsere 1 hafta kala tam
da umutlarım artık tükenmek üzereyken ise bilet bulabildim. Çok güzel bir andı
bu, iyi ki de bilet bulabilmişim çünkü bu konser İstanbul’da verilmiş en
muhteşem konserdi belki de. En azından benim için çok küçükken Amerika’da
gittiğim Paul McCartney konseriyle birlikte gittiğim en özel konserdi. O konseri,
çok küçük olduğum için biraz da, parça parça hatırlıyorum ancak bu konserin her
saniyesi beynime kazınmış olabilir. Patti’yi
sahnede izlerken her şeye dikkat ediyordum ama bir yandan da ona daha fazla
hayran oluyordum. Konserde onu izlerken ki bu halim biraz da onun The Doors konserine gittiğinde Jim
Morrison’ı izlerken düşündüklerine benziyor sanırım. Çoluk Çocuk’ta bundan şu şekilde bahsediyordu: “Etrafımdaki herkes
transa girmiş gibiyken, ben soğuk bir süper-farkındalık içinde onun her
hareketini izliyordum” Benim içinde konserin ilk başları tam anlamıyla böyle
geçti. Horses albümünün ilk şarkısı
olan Gloria’nın ilk dizesi “Jesus died for somebody's sins but not mine”
söylediği anda zaten tam anlamıyla ona kitlenmiştim. Bu bir süre söyle devam
etti ancak özellikle de Birdland ile
birlikte tam olarak Patti Smith
havasına girdim ve harika bir zaman geçirdim.
Bu konser Patti
Smith’in efsanevi albümü Horses’ın
40. yılı için yapılan turneye dahil bir konser olduğundan konserin tanıtımı da “Patti Smith ve grubu Horses’ın tamamını seslendirecek”
şeklinde yapıldı. Bu da aslında benim için bir gerginlik nedeniydi çünkü
aklımda hep ya sadece Horses’ı
seslendirir de giderseler diye bir düşünce vardı. Patti’nin “Sözün gücüyle üç akorlu rock’ın birleşimi” olarak
tanımladığı ilk albümü Horses, punk-rock
tarihine öncelik eden çok özel ve muhteşem bir albümdür. Ayrıca benim de en
sevdiğim albümlerden biri ve gerçekten her şarkısı birbirinden müthiş. Ancak Patti’nin bu muhteşem albümdeki
şarkılar dışında da birçok muhteşem şarkısı vardı ve onları duyamayacak olma
ihtimalim beni üzüyordu ama neyse ki konser bununla kalmadı. My Generation hariç Horses albümündeki tüm şarkıları
sırasıyla seslendirdikten sonra da klasikleşmiş bazı şarkılarını seslendirdi. Böylece
benim de dinlemek isteyip dinlemediğim hiçbir şarkı kalmadı, en sevdiğim
şarkılarının hepsini canlı izleyebildim. Gerçi So You Wanna to Be (A Rock ‘N’ Roll Star)’ı da dinlemek güzel
olabilirdi ama olsun o kadar. Tüm bu müthiş şarkıları izlerken ise Patti’nin her şeyine hayran kaldım
tabii ki.
Konsere Horses
albümünün en mükemmel şarkılarından biri olan Gloria ile başladık. “Jesus
died for somebody's sins but not mine” şeklinde başlayan bu ikonik şarkının
çok ilginç de bir hikayesi var aslında. Şarkının orijinali Van Morrison tarafından
yazılmış ve Morrison’ın grubu Them tarafından kaydedilmiş aslında
ancak Patti Smith’in Gloria’sı bundan daha farklı. Patti’nin kaydettiği versiyon onun Oath isimli bir şiiri ile bu şarkının
birleşmiş hali. Zaten şarkının açılışındaki o meşhur dize de bu şiirden geliyor.
Patti, 1970’de yazdığı bu şiiri aslında ilk kez St. Marks kilisesinde yaptığı meşhur şiir okumasında okumuş (ki bu
şiir okumasını Çoluk Çocuk’u
okuyanlar iyi bilir diye düşünüyorum). Bunu ardından ise şiiri başka yerlerde hem
ona gitarıyla eşlik eden Lenny Kaye
ile, hem de tek olarak sunduysa da şiirde hep bir şeylerin eksik olduğunu
düşündüğünden onu yayınladığı iki şiir kitabına da eklememiş. Bu şiirin çıkışı
ise Van Morrison’ın Gloria’sıyla birleşerek Patti’nin Gloria’sını oluşturması yoluyla olmuş. Ortaya çıkan şarkı ise gerçekten
harika ve benim en sevdiğim şarkılardan da biri.
Konser bu müthiş şarkının ardından daha sakin bir
şarkı olan Redondo Beach ile devam etti. Patti, bu şarkıyı bir gün önce gerçekleşen imza törenine katılan kızlara
armağan ediyorum dedikten sonra işte bu çok güzel şarkıyı seslendirerek ortamı
tamamen sakinleştirdi. Bir anlamda sonraki efsane şarkı öncesinde hepimize
derin bir nefes aldırdı.
Ve işte sıra gelmişti Birdland’e. Bu şarkı “Ben müzisyen değilim, şairim” diyen Patti Smith’i en iyi anlayabileceğimiz
şarkılardan biri belki de. Patti bu
şarkı için aldı eline kağıdını ve muhteşem şiirini okumaya başladı. Her anında
enerjisi daha da yükseliyor, hepimizin enerjisini de yükseltiyordu ve bizi kendine
daha da çok bağlıyordu adeta. Bu şarkı için bir şiir okuması tanımı yapmak
mümkün aslında ve açıkçası buna rağmen albümün en heyecan verici şarkılarından
biri. Sadece bu şarkının performansı bile soluksuz izlenecek bir performanstı. Bence
9 dakikalık bu performansı konserin en akılda kalıcı anlarından biriydi ki ben
pek şiir sevemeyen bir insanımdır ve buna rağmen sadece Patti’nin şiir okumasını dinlemeye bile giderdim diyebilirim. Bana
şiiri de sevdirmeyi başardı bir şekilde sanırım. Bence daha içten, daha canlı
ve daha enerjik bir şekilde şiir okuyan bir insan bulmak çok zordur. Sonuçta bu
müthiş şarkı bittiğinde salonun enerjisi de tam zirve yapmıştır herhalde.
Bu müthiş performans Free Money ile devam etti. Albümün en eğlenceli şarkılarından biri
olan Free Money biraz Birdland’in
üzerimizde bıraktığı inanılmaz etkiden çıkmamızı sağladı ve yine inanılmaz
eğlendirdi. Patti’nin Birdland sonunda tavan yapmış enerjisi ise
burada da devam etti, bende bu kadar enerji yok diye düşündüm bir ara. Bu şarkı
Horses albümünün ilk yüzündeki son
şarkıydı da ayrıca ve ben bu ilk kısmın nasıl geçtiğini anlayamadan bitmişti
bile.
Albümün ikinci yüzündeki ilk şarkı adını Patti’nin en küçük kardeşinden alan Kimberly’di. Kardeşi için yazdığı bu
şarkı da yine oldukça güzel ve ikinci bölüme biraz sakin bir başlangıç yapmamızı
sağlayan bir şarkı.
Bunun ardından ise Break It Up geliyor. Bu şarkıyı rüyasında gördüğü Jim Morrison için yazdığını belirten Patti, şarkıya başlamadan önce
hikayesini de anlattı tabii ki. Rüyasını şu şekilde anlattı: “Rüyamda bir
ormandaydım. Her tarafı zincirlerle sarılı yatan bir melek heykeli gördüm.
Heykelin içinde kelebek gibi bir şeyler olduğunu hissettim. Heykelin ruhu
dışarı çıkmak istiyor gibiydi ve rüyamda o heykelin Jim Morrison olduğunu düşündüm. ‘Kır onu Jim, kır onu’ dedim. Bir süre sonra heykel ikiye bölündü ve Jim Morrison, melek, kelebek uçtu.
Meleğin ruhunu özgür bırakmak istediğimizde, siz de ‘kır onu’ diye
seslenebilirsiniz.” Bu sözlerin ardından ise müthiş şarkısını söyleyip salona
bir huzur havası kattı.
İşte şimdi sıra albümün, hatta Patti Smith’in en epik şarkısına
gelmişti: Horses, Land of a Thousand Dances ve La Mer (de) adındaki üç bölümden oluşan
muhteşem şarkı Land’e. 15 dakikadan
fazla süren Land’in kahramanı Johnny bu sefer İstanbul’a geldi.
Boğaziçi üzerinden dolunayı izledi. Onun hikayesini anlatırken Patti, bunun özel katkılarının yanında
müthiş hareketleri ve danslarıyla da hepimizi coşturdu. Şarkının sonunu ise
müthiş şarkısı Gloria’ya bağladı.
Böylece bu sefer benim konserin başında olmasını beklediğim şey oldu ve tüm
salon bir ağızdan G-L-O-R-I-A diye
bağırdı. Şarkıya müthiş bir şekilde başlayıp müthiş bir şekilde bitirdi yani.
Sonrasında ise sıra Elegie’deydi. O ölen arkadaşlarını anmak için yaptığı Elegie’yi söylerken hep beraber birçok
efsaneyi de andık: Jimi Hendrix, Jim Morrison, Brian Jones, Lou Reed, Johnny Ramone, Joey Ramone, Tommy Ramone,
Dee Dee Ramone, John Lennon, Joe Strummer,
Fred “Sonic” Smith ve yakın zamanda
kaybettiğimiz David Bowie ile Prince. O dönemden bize kalan nadir
isimlerden birisi olan Patti, bu
şarkıya başlarken de "40 yıl önce yazılmıştı. Belki sizlerin çoğu o
tarihte henüz doğmamıştı. O günden sonra da birçok sevdiğimiz hayatını
kaybetti. Hepsini anıyoruz. Siz de bu şarkıyı söylerken, hayatını kaybetmiş
olan sevdiklerinizi sevgiyle hatırlayabilirsiniz." diye söyledi. Böylece
efsane albüm Horses’ın son şarkısı My Generation’a kadarki kısmı
tamamlanmış oldu ve perde aşağı inerek arka planda bulunan Horses’ın kapak resmini kapadı.
Horses’ın tamamlanmasının ardından klasikleşmiş Patti Smith şarkılarından biri olan Dancing Barefoot’la konser devam etti. Perdenin
de kapanmasıyla yaşadığımız ya biterse gerginliği de bu müthiş şarkının
başlamasıyla son buldu ve hep birlikte rahat bir nefes aldık sanırım. Sakin bir
performansla şarkıyı seslendiren Patti,
bu şarkının bitişiyle birlikte bir süreliğine içeri gitti ve sahneyi Lenny Kaye, Jay Dee Daugherty ve Tony Shanahan’dan oluşan
grubuna bıraktı.
Patti’nin grubu onun yokluğunda Horses’ın yazıldığı dönemde hatta belki de tüm zamanlarda New
York’tan çıkmış en müthiş grup olarak tanıttıkları The Velvet Underground’dan tam üç şarkı söylediler: Rock & Roll, I'm Waiting for the Man, White
Light/White Heat. Patti’siz bu
performans da oldukça etkileyiciydi, müthiş bir grubun müthiş şarkılarını da
dinleyebildik. Bu da oldukça güzel bir sürpriz oldu aslında.
Ardından Patti
sahneye geri döndü ve unutulmaz bir Prince
şarkısı olan When Doves Cry’i seslendirdi. Bu muhteşem cover’la da Prince’i tam olarak hatırlamış ve anmış olduk bir anlamda.
Konser boyunca çokça salona mikrofon uzatıp
istekleri dinleyen Patti, en fazla
istek alan şarkılardan biti olan Pissing
in a River’la devam etti performansına.
Konserde çokça istek alan şarkılardan bir diğeri
de Frederick’ti ancak Patti bu isteğe “Bu şarkı Frederick değil ama Frederick için yazdığım bir şarkı” diye
cevap verdikten sonra hit şarkısı Because
the Night’ı tüm salonla birlikte söyledi. Bruce Springsteen’le birlikte
yazdığı bu şarkı Patti’yi en meşhur
eden şarkı olarak bilinmekte ve zaten en güzel şarkılarından da biri bence. Dinlemeyi
en çok istediğim şarkılardan biriydi, o yüzden dinlemek beni çok sevindirdi.
Ardından People
Have the Power ile devam eden Patti,
“Eğer bu dünyanın insanları olarak barış için, özgürlük için birleşirsek
önümüzde kimse duramaz” şeklindeki güzel düşüncelerini de belirtti bu şarkısını
seslendirirken. Aktivist kimliğinin en çok görüldüğü şarkı da buydu herhalde ve
bunun gibi daha birçok sözle de vereceği mesajları vermeyi ihmal etmedi her
zamanki gibi. Bu şarkının ardından ise grup bir kere daha içeri gitti.
Sıra bise gelmişti artık ve sıradaki şarkı Horses albümünden atladıkları tek şarkı
olan My Generation’dı. Benim için
tüm zamanların en güzel şarkılarından biri olan My Generation, bu müthiş konser için müthiş bir sonu da hazırladı.
Efsane grup The Who’nun en bilinen
şarkılarından biri olan My Generation’ı
yine efsane bir şekilde, müthiş bir enerjiyle seslendirdi Patti. Şarkı sırasında izleyicilerle olan etkileşimi de tüm konser
boyunca olduğu gibi harikaydı.
En son ise Babelogue
ile Rock'n'Roll Nigger’ı
seslendirdiler. My Generation’da
ağzımı açık izlediğim Patti konserin
son şarkısında ise beni hepten ağzı açık bıraktı. Bise çıkarken “Silah
istemiyoruz, savaş istemiyoruz, bizim enstrümanımız işte bu!” diyerek gitarını
havaya kaldıran Patti, son şarkıda
ise gitarının tellerini elleriyle kopardı ve sonrasında da enstrümanını öptü. Böylece
muhteşem bir konser tamamlanmıştı ve özgür ruhlu muhteşem sanatçı Patti Smith “İyi bir hayat geçirmeni dilerim İstanbul” diyerek bize veda etti ve
sahneden ayrıldı.
Patti
Smith ile dolu dolu ve gerçekten
unutulmaz bir haftaydı bu. İlk önce Çoluk
Çocuk’u okuyup şarkılarını dinleyerek kendimi konsere hazırlıyordum ki
sonra Patti ile gerçekten
tanışabildim ve en sonunda da unutulmaz bir konser izledim. Patti tam beklediğim gibiydi. Onu
izlerken 70’lik Patti’yi değil de Çoluk Çocuk’taki anlarını okurken
tanıyıp çok sevdiğim 20’lik Patti’yi
düşündüm hep, sanki karşımda o vardı. 70 yaşındaki yaşayan efsane gerçekten çok
enerjik, çok sıcakkanlı, çok tatlı ve çok da hayat doluydu. Konserden ne
umduysam buldum ben. Şarkılarını ve şiirlerini ne kadar güzel anlattı, ne kadar
güçlü ve içten söyledi anlatamam. Zaman zaman bizi duygulandıran, zaman zaman
heyecanlandıran ve zaman zaman da güldüren harika bir gece yaşattı bize bu
mükemmel insan. Ben de en sonunda “İşte Patti
Smith budur!” diye düşündüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder