Sinemanın belki de en keskin hatlara sahip
türü korkudur. Korku filmleri ülkeden ülkeye, kültürden kültüre farklılık
gösterir. Bu farklılık drama gibi alışa geldiğimiz bir türde yoktur mesela.
Drama da Türk sineması ile Japon sineması arasında da birçok benzerlik vardır. Ancak
korku sineması öyle değildir işte. Bunun da en önemli nedeni zaman zaman dini
öğelerin zaman zaman da bazı sosyokültürel öğelerin hikayenin merkezinde
olmasındandır. Bir dönem Amerikan sinemasında bu türün başarılı örnekleri pek
görülmemeye başlanmıştı. Sürekli birbirinin tekrarı gibi görünen filmlerden
tutun da başka ülkelerde çekilmiş filmlerin genellikle daha başarısız olan Amerikan
versiyonlarının çekilmesini görebildik bir dönem. Ancak birbirinin
tekrarı bu başarısız yapımların ardından türe yeni bir yön kazandıracak hatta bir
anlamda türün son dönemdeki dirilişini sağlayacak bir isim var karşımızda: James Wan. Benim çok uzun zamandır beklediğim son filmi The Conjuring 2 ise kesinlikle
beklenmeye değer müthiş bir yapım ve türü içerisinde de önemli bir yere
yerleşecektir. (Bu incelememde olabildiğince spoiler'dan uzak durmaya çalışıp filmin konusundan genel olarak bahsetmeye çalıştım ama herkesin spoiler tanımı farklı olabileceği için ben sizi yine de uyarayım.)
Son dönemlerde korku filmi denince akla
ilk gelmesi gereken isim James Wan bence. Meşhur Saw (Testere) serisinin
ilk filmi ile kendini dünyaya tanıtan Wan,
bunun ardından Insidious ve The Conjuring gibi filmlerle korku
sinemasındaki yerini sağlamlaştırdı. Karakteristik yönetimi, müthiş atmosfer
yaratımı, müzik seçimleri, dikkat çekici kamera açıları ve şaşırtıcı finalleri
ile türde öne çıkmayı başardı. Önemli iki filmi Insidious ve The Conjuring’de
birbirinden çok farklı şeyler denese de her zaman izleyiciyi korkutmayı
başardı. Ben Saw serisini sevmesem
ve izleyemesem de korku filmlerini severim ve son dönemde en sevdiğim korku
filmleri hep Wan korkularıydı. Insidious’u çok sevmiştim mesela ama
asıl olarak The Conjuring’in yeri
benim için çok ayrıdır. O benim kesinlikle en sevdiğim korku filmlerinden biri,
düşünün iki kez veya daha fazla izlediğim birçok film olmasına rağmen iki kez
izlediğim ilk ve tek korku filmi oydu. The
Conjuring’in söyle de bir özelliği var: korku türünde bugüne kadar en çok
gişe elde etmiş film. Çıktığı yılın (2013)
en önemli filmleri arasındaydı kesinlikle. Müthiş bir başarı yakalamış bu filmin devamının geleceğini duyduğumda aşırı heyecanlanmış ve meraklanmıştım
çünkü bilirsiniz serilerin ikinci filmleri bazen ilkini yakalayamıyor. Mesela Insidious 2’de biraz öyle olmuştu.
Ancak The Conjuring 2 kesinlikle
hayal kırıklığına uğratmıyor aksine genel olarak The Conjuring kadar başarılı hatta zaman zaman onun da üzerine
çıkmayı başarıyor. Ayrıca tabii ki de sizi çok geriyor ve çok korkutmayı
başarıyor. Kısacası ilki kadar müthişti diyebilirim.
Çok detaya inmeden biraz hikayesinden
bahsetmek istiyorum. Öncelikle hikaye yapısının ilk filmle açık bir benzerliği
olduğu görülüyor. Bunu dışında filmin en dikkat çeken noktası ise “Gerçek
hikayeden uyarlanmıştır” olgusu hiç şüphesiz. İlk filmde tanıştığımız demonoloji
uzmanı Ed ve Lorraine Warren çiftimiz bu sefer İngiltere’de
bilinen en meşhur paranormal olaylardan biri olan Enfield Poltergeist vakasını çözmeye çalışıyor. İlk filmdeki gibi bu
film de “Gerçek hikayeden uyarlanmıştır” olgusu veriler ile destekleniyor.
Zaten filmin senaryosunu yazarken Wan,
bu olayları gerçek hayatta yaşamış olan Hodgson
kardeşlerin de desteğini almış.
Filmin hikayesi ise şu şekilde: İngiltere’nin
Enfield bölgesinde 4 çocuğuyla
birlikte yaşayan Peggy Hodgson, özellikle 11 yaşındaki kızı Janet’ın bazı değişimler yaşaması ile
birlikte evde yaşanan paranormal olaylara şahit olur. Dönemin hayalet avcısı
tarzı programlarından birinden ise olayı çözmek için bir teklif gelince ise Peggy bu teklifi kabul etmek zorunda
kalır. Sonrasında olay basında da geniş yer bulur ve kilise de durumdan
haberdar olur. Ancak kilise itibarını korumayı da düşünerek bu olayların gerçekliğinden
emin olmak ister ve bu nedenle de Warren’lar
ile iletişime geçer. Warren’lar
İngiltere’ye gidip olayların gerçekten paranormal bir yanı var mı, yoksa hepsi
bir genç kızın ilgi çekmek için yaptığı şeyler mi diye öğrenecektir.
İlk filmde olduğu gibi bu filmde de açılış
jeneriği “Gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır” sözüyle başlamış. Kapanış
jeneriğinde ise yine olaydaki tüm karakterlerin gerçek halini, olayın
fotoğraflarını, ses kayıtlarını, haber metinlerini göstererek her şeyi belgeliyor.
Film zaten o açılıştaki yazı ile sizi germeyi başarıyor ve bu gerilim her geçen
dakika daha da artıyor, zaman zaman ise yerini korkuya bırakıyor. Bu filmde Wan’ın daha önce de bahsettiğim iki
önemli filmi Insidious ile The Conjuring’den bir şeyler içeriyordu.
Wan sanki iki filmin de en iyi yanlarını
alıp birleştirmiş ve üstüne de koyarak The
Conjuring 2’yi yaratmış gibiydi. Mesela nerede görseniz korkacağınız bir
rahibe karakteri vardı filmde. Bu korkunç rahibe ile Insidious’ta gördüğümüz Bride
in Black arasında fiziksel bir benzerlik vardı.
İlk filmden zaten tanıdığımız Ed ve Lorraine Warren çiftini
canlandıran Patrick Wilson ile Vera Farmiga’nın uyumları bu filmde de müthişti gerçekten. İkili
filmde üzerlerine düşen görevi yine oldukça başarılı bir şekilde yerine
getiriyor. Bu filmde de ilk filmdeki gibi dini öğeler yine çokça kullanılmış ve
bunun kullanılmasıyla Warren çiftine
özellikle de Ed Warren’a önemli
görev düşüyordu. Ayrıca bu filmde Warren
çifti arasındaki romantizmi de biraz daha arttırılmış şekilde görüyoruz ve
artık onları daha iyi tanıma şansına da erişiyoruz. Diğer karakterler için ise aynı
şeyi söylemek pek mümkün değil. Karakter yaratımı açısından ilk filmde
gördüğümüz kadar sağlam karakterler yok bu filmde ancak bu çok da göze batan
bir detay olmamış. Şunu özellikle belirtmeliyim: Bu filmdeki anne figürü ilk
filmde Lili Taylor’ın müthiş performansıyla beraber oluşandan oldukça uzak bir
figür olmuş, ilk filmdeki anne figürü gerçekten inanılmazdı ve filmin de en
akılda kalıcı noktalarından biriydi.
Hikaye ve oyunculardan, ilk başta da genel
olarak James Wan’dan bahsettim belki ama konu James Wan olunca bunlar
pek yetmez. İlk olarak filmin harika sinematografisinin hakkını vermem lazım. Wan, filmde Cast Away, Forrest Gump
gibi filmlerde çalışmış görüntü yönetmeni Don
Burgess ile çalışmış ve kesinlikle
ikili çok iyi bir uyum sağlamışlar çünkü ortaya gerçekten müthiş bir sinematografi
çıkmış. Filmde yansıtılan dönemin atmosferine uygun ışık kullanım, prodüksiyon
ve dekor birleşip bunlara bir de akılda kalıcı kamera hareketleri eklenince
ortaya çıkan iş de mükemmel olmuş. Korku filmlerinde pek de görülmeyen
güzellikte bir görüntü yönetimi var filmin. Ayrıca filmde korku filmlerinde pek
görmediğimiz ve James Wan’a özel olan bir olguyu da görüyoruz.
Wan’ın filmlerinde genelde korku
filmlerinde görmeye alıştığımız vahşet ve kan yerine bazı şeyler daha
basitleştirip korkuyu izleyicinin hayal gücüne bırakmayı tercih ettiğini
söyleyebiliriz.
Wan’ın korkuyu
izleyicinin zihninde yaratma bu filmde de sallanan boş koltuklar karanlık
bodruma inen merdivenler gibi öğelerle devam ediyor ve bu sırada gerilim de bir
an olsun bile azalmıyor. Filmde bu açıdan benim en dikkatimi çeken ve en
başarılı bulduğum sahne ise Ed Warren’ın
Janet ile yaptığı konuşmasını
kaydettiği sahneydi. Herkesin arkasını döndüğü bu sahne de odakta Ed varken Janet’ın bulunduğu arka plan ise fluydu ve konuşmanın gerçekleştiği
bu sahne boyunca bir sonraki an ne olacak acaba diye gerilmeden beklemek
imkansızdı.
James Wan’le ilgili bilmeniz gereken tek şey
müthiş korku filmleri de değil aslında. Wan’in
aksiyon türünde de önemli bir tecrübesi oldu. Kendisinin Hızlı ve Öfkeli serisinin 7. filmini de yönetmişti, hatta bu filmi
yöneteceği açıklandığında bu türde pek tecrübesi olmadığından birçok kişiyi de
şaşırtmıştı. Ancak Furious 7, 788
milyon dolarla serinin en çok gişe elde eden yapımı Fast & Furious 6’i
ikiye katlayıp 1,5 milyar dolarlık inanılmaz bir gişe hasılatı ile müthiş bir
başarı elde edince tüm şüpheler de silinmiş oldu diyebiliriz. Böylece Wan korku filmlerindeki başarısını
aksiyon filmlerine taşımıştı hatta serinin 8. filmini yönetmek için de önemli
bir teklif almış ancak bu teklifi The
Conjuring 2’yi çekmek için reddetmişti. Filmi izledikten sonra gönül rahatlığıyla
iyi ki de korkuya geri dönmüş ve bize The
Conjuring 2 gibi müthiş bir filmden mahrum bırakmamış diyebiliyorum. Wan’ın bir sonraki filmi ise yine
korkudan uzak olacak. Yeni filmi bir çizgi roman uyarlaması olan Aquaman. Başrolünde Game of Thrones’tan
tanıyabileceğiniz Jason Momoa’nın olacağı Aquaman, DC’nin kurmaya
çalıştığı sinema evreni DCEU (DC Extended
Universe)’nun gelecek filmlerinden
ve benim de çok merak ettiğim bir film.
Özetle The Conjuring 2 tam anlamıyla karakteristik bir James Wan korkusu ve oldukça da iyi bir film. Bana göre ilk filmle
birlikte James Wan’nın filmleri arasında en iyisi. Ayrıca ruhların işlendiği korku
filmlerinin de açık ara son yıllardaki en iyilerinden biri. Serinin bu devam
filmi en az ilki kadar başarılı, korkunç ve korku sinemasında adını önemli bir
yere yazdıracak derecede sinemasal. “Gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır” olgusu
bile merak edip izlemek için yeterli bir sebep aslında. Ancak o yetmezse de sinematografi,
sanat yönetimi ve ses tasarımı açısından inanılmaz bir kaliteye sahip olması ilginizi
çekebilir belki. Eğer bu türü veya James
Wan filmlerini seviyorsanız
kesinlikle izleyin derim. Sadece iyi bir korku filmi izlemek istiyorum
diyorsanız ise o atmosferi en iyi şekilde yaşamak için vizyondayken kaçırmayın
derim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder