27 Ocak 2016 Çarşamba

Kesinlikle İzlemelisin: The Revenant (2015)


Geçen sene tam anlamıyla Boyhood’un egemenliğinde geçen bir ödül sezonunun sonunda Oscar’da tam 3 büyük ödülü (En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Özgün Senaryo) kazanarak yıla damgasını vurmuş hatta bir nevi tarihi yazmış olan Alejandro Gonzalez Inarritu, 1 sene sonra aynı iddiaya sahip bir filmle karşımızda yine. Amerikalı yazar Michael Punke’nin The Revenant: A Novel of Revenge adılı kitabından uyarlanan filmde Inarritu yanına Birdman’de birlikte harikalar yarattığı görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’yi de yanına alarak sinemanın görsel yanını ön plana çıkaran ve Inarritu’ya da yönetmenlik anlamında belki de zirve yaptıran muhteşem bir film ortaya çıkarmışlar.



Uyarlandığı kitabın adından da anlaşılacağı üzere The Revenant intikam temalı bir film olmasına rağmen bu temayı doğaya karşı verilen hayatta kalma mücadelesini biraz daha ön plana alarak işliyor ve böylece kendine aynı temayı işleyen filmler arasında çok farklı bir yer bulmayı başarıyor. Filmi kısaca zorlu doğa koşullarında geçen vahşi bir hayatta kalma mücadelesi ve intikam hikayesi olarak da tanımlayabilirim. (Buradan sonrası için spoiler’lara dikkat!)


Konusundan biraz bahsedecek olursam: Western temasına sahip biyografik bir çalışma olarak nitelendirebileceğimiz The Revenant, 1820’lerde yaşamış olan Hugh Glass (Leonardo DiCaprio) isimli bir kürk avcısının hayatta kalma mücadelesini konu alıyor. Glass, yerli bir kadınla evli olması ve melez bir çocuğa sahip olması nedeniyle film boyunca zaman zaman gördüğümüz beyazlar ile yerliler arasındaki savaşın tam ortasında kalan çift yönlü bir karakter. Oğlunu yıllarca zorlu yaşam koşullarında hayatta tutmayı başarmış olan Glass, kamp yaptığı yerde grubuyla birlikte saldırıya uğradığı için kampı terk etmek zorunda kalır. Bu yolculuk sırasında gerçekleştirilen keşif gezisinde gruptan ayrı olarak avlandığı bir anda bir ayı tarafından saldırıya uğrayan Glass ölümcül bir şekilde yaralanır. Yolculuğu yavaşlattığı düşüncesiyle grubun komutanı, Glass’ı oğluyla ve başka iki kişiyle birlikte geride bırakır ve adamlara eğer zamanı gelirse Glass'ın usulüne göre gömülmesi gerektiğini emreder. Bu yolculuk boyunca Glass’ı taşımanın zaten tam anlamıyla bir saçmalık olduğunu düşünen John Fitzgerald da Glass’ın yanında kalanlardan biridir. Fitzgerald (Tom Hardy), bir süre bekledikten sonra Glass’ın oğlunu öldürür ve onu da diri diri gömdükten sonra ekibin peşinden gider. Ancak bu zorlu koşullara ve ölümcül yaralara rağmen hayatta kalmayı başaran Glass, oğlunun intikamını almak için çok uzun bir yolculuğa çıkacaktır.


Film gerçek olaylardan esinlenilmiş olması bakımından çok ilgi çekici ancak filmin yapım aşaması da bir o kadar ilginç ve zorlu olmuş anlaşılan. Filmin gelişimi Ağustos 2011’de senarist Akiva Goldsman’ın kitabın yazarı Punke’den filmin yapımı için el yazması metni almasıyla başlıyor. İlk başta filmi yönetmek için Park Chan-wook, başrol için ise Samuel L. Jackson ayarlanmış. Ancak Chan-wook sonradan projeyi bırakınca yönetmen John Hillcoat ve Christian Bale ile görüşülmüş. Sonuç olarak ise iki yönetmen de projeyi bırakmışlar. Inarritu ise filmin yönetmeni olmak için Ağustos 2011’de anlaşmayı imzalamış. Sonrasında ise filmdeki iki ana rol için Leonardo DiCaprio ve Sean Penn belirlenmiş ancak Penn kendi programındaki bir uyuşmazlık nedeni ile filmden ayrılmak zorunda kalmış. Böylece de Tom Hardy, Penn’in yerine filme dahil olmuş.


İlginç bir başka detay ise Leonardo DiCaprio’nun bu filmle aynı dönemde çekilecek olan Steve Jobs’un hayatını anlatan filmde Jobs’u canlandırmak için de teklif almış olması ama bu teklifi The Revenant için reddetmesi. O filmde Jobs’u canlandıran Michael Fassbender ise filmdeki müthiş performansı sayesinde bu seneki Akademi Ödülleri’nde Leonardo ile birlikte En İyi Erkek Oyuncu kategorisine aday olan isimler arasında. Filmin diğer ana karakterini canlandıran Tom Hardy ise ilk önce kendine gönderilen senaryoyu okumamış bile çünkü o da Splinter Cell isimli bir başka projeye hazırlanmaktaymış. Ancak Leonardo ona senaryoyu okuması konusunda ısrar edince Hardy daha senaryonun yarısını okuyunca rolü kabul etmiş.


Peki şimdi gelelim filmin senaryosuna. Filmde her şey mükemmele yakın dursa da senaryoda bazı sıkıntılar da yok değil. Alejandro Inarritu’nun Mark L. Smith ile birlikte Michael Punke’nin kitabından uyarladıkları senaryo, bazı noktalarda yetersiz kalmış gibi. Film ana karakterin ayı saldırısı sonucunda ihanete uğramasını ve bunun intikamını almak istemesini temel alsa da aslında hayatta kalma mücadelesi burada daha ön plana çıkıyor. Senaryo açısından da filmi ayakta tutan da bu hayatta kalma mücadelesini anlatılış şekli olmuş zaten. Çünkü intikam alma olayına yeteri kadar yer verilmemiş, daha doğrusu bu konunun üzerinde pek de durulmamış. Hatta sadece sondaki bir cümleyle konu bağlanmaya çalışılmış ki o da biraz klişe ve yetersiz olmuştu. Ancak hayatta kalma mücadelesinde kullanılan yöntemler bir hayli ilginçti, bazı sahnelerin izlenmesi zor olsa da. Yani filmdeki intikam olayını Glass’ın hayatta kalma mücadelesi verebilmesi için ona gereken motivasyonu sağlayan bir yan olay gibi de görebiliriz aslında. Filmde asıl vurgu yapılmak istenen nokta ise insanların azmi ve doğanın acımasızlığıyla olan zorlu mücadelesi zaten ve ana karakterin bu mücadeledeki yalnızlığı.


Inarritu bizi bu amaca başarılı bir şekilde ulaştırıyor da zaten. Mesela bazı sahnelerde Glass’in nefes alıp verme sesleri duyuluyor, Inarritu bu sahnelerde karakterin yalnızlığını iyice hissetmemiz için müzik kullanımını bile olabilecek en alt düzeyde tutmuş. E tabi istenen bu vurgunun yapılmasında etkili olan en önemli şeylerden biri de filmdeki muhteşem görsel yapı. Inarritu, Birdman’nin ardından bir kez daha Emmanuel Lubezki ile çalışarak filmi sırtlamayı sağlayacak kadar müthiş bir görsel yapı oluşturmayı başarmış. Kullanılan inanılmaz doğa görüntüleri ve incelikle işlenmiş unutulmaz kareler ile izleyiciye gerçekten üst düzey bir anlatım sunulmuş. Bu epik anlatım filmin oldukça sakin bir havaya sahip olmasını da sağlamış. Görselliğin bu kadar gerçekçi olması ve ortaya müthiş bir sinematografi çıkmasının en önemli nedeni ise kuşkusuz ki Inarritu ile Lubezki’nin filmi doğal ışık kullanarak çekmeyi istemeleri olmuş. Filmin tamamı soğuk hava koşullarında, doğal ışıkla çekildiği için de günde sadece 1-1.5 saatlik çekimler yapılabilmiş zaten bu da olağan üstü uzun bir yapım aşaması geçirilmesine neden olmuş.


Filmde süregelen sakin hava ise sinema tarihine geçecek müthiş vuruculuğa sahip bazı sahnelerle çok etkileyici bir hale gelmiş. Bu vurucu sahnelerin başında ayı saldırısının olduğu sahne ve savaş sahneleri yer alırken at ile birlikte uçuruma yuvarlanma sahnesi de bunlara dahil edilebilir bence. Tabii ki tüm bunlara ek olarak filmin belki de en önemli noktası olan Glass’in mücadelesi sırasında yaşadığı bedensel acı ve başına gelenler özel kadrajlar kullanılarak izleyiciye başarılı bir şekilde tüm gerçekçiliği ile yansıtılıyor ve hatta hissettiriliyor.


Filmin müzikleri ise Ryuici Sakamoto, Bryce Dessner ve Alva Noto’ya emanet edilmiş. Bu kadar epik bir görselliğe sahip bir film için müzikler biraz zayıf kalmıştı bence. Daha efsanevi müzikler filmi daha da yükseltebilirdi kesinlikle. Müzikleri çok beğenmesem de kötü olduğunu söyleyemem ama ortalama üstüydü diyebilirim ancak. Ben artık bir film için görsellik ve müziğin birbirini destekleyen çok önemli iki unsur olduğuna inanıyorum ve ikisinin birbirini yükseltecek yapıya da sahip olduğunu düşünüyorum. Filmdeki müzikler görselliği destekliyor olsa da olabilecek en yüksek düzeye çıkartamamış bence. Bir filmin müzikle ne kadar muhteşem bir noktaya taşınabildiğini geçen sene Mad Max: Fury Road ile görmüştük mesela.


Peki ya filmin (inanılmaz görsellik dışındaki) en iyi kısmı neydi derseniz tabii ki de üst düzey oyunculuklardı derim. Filmde başta Leonardo DiCaprio ve Tom Hardy olmak üzere Domnhall Gleeson, Will Poulter ve Lucas Haas gibi birçok tanıdık isim var. Zaten ne kadar iyi olduğunu bildiğimiz bu isimlerin hepsi de bu filmde gerçekten çok başarılı performanslara imza atıyorlar.


Burada Leonardo DiCaprio’dan özel olarak bahsetmek lazım çünkü kendisi bu aşırı zorlayıcı rolde kariyerinin en etkileyici performansını göstermiş ve bence artık uzun zamandır hak ettiği Oscar’a hiç olmadığı kadar yakın. DiCaprio’ya o muhtemel ödülü getirecek olan ise filmin hayatta kalma mücadelesini anlatan kısım ve bu rolün fiziksel olarak zorlayıcı olması çünkü bilirsiniz Akademi fiziksel olarak zorlayıcı rolleri gerçekten çok seviyor. İşte Hugh Glass karakteri de fiziksel olarak aşırı zorlayıcı olması nedeniyle herkesin rahatça canlandıracağı bir karakter değil hatta çoğunun canlandırmaya cesaret bile edemeyeceği bir karakter. Ancak DiCaprio bu rolün altından büyük ustalıkla kalkmayı başarmış. Hugh Glass hakkında ise film boyunca çok fazla detay öğrenemiyoruz çünkü senaryoda çok detaylandırılmamış bir karakter olmuş. Hatta DiCaprio film boyunca neredeyse hiç konuşmuyor ancak buna rağmen asıl vurgulanmak isteneni yani karakterinin çektiği acıyı ve hayatta kalma azmini bize müthiş bir şekilde hissettirmeyi sağlıyor. Inarritu ise karakterin öyküsünü anlatmak yerine daha çok onun hayatta kalma mücadelesine odaklanmış ve hakkında pek bir şey bilmememize rağmen bizim karakteri bir şekilde benimsememizi sağlamış. Bunu da müthiş kamera hareketleri ve doğayı kullanma şekli ile sağlamış.


Tom Hardy’nin canlandırdığı John Fitzgerald karakteri ise filmde daha az görünmesine rağmen daha detaylı olarak yazılmış bir karakter ve Hardy bu rolde harikalar yaratmış. Filmin kötü adamı rolünde olsa da zaman zaman onu haklı buluyor, onu anlıyorsunuz. Hardy, değişik aksanıyla birlikte oldukça ilginç ve dikkat çekici bir kötü adam portresi oluşturmayı başarmış. Kazandığı Oscar adaylığını ise fazlasıyla hak etmiş, hatta ödül için de Sylvester Stallone ve Mark Rylance ile birlikte önemli bir aday bence.


Filmin dikkat çeken oyuncularından biri de Will Poulter’dı bence. Jim Bridger rolündeki genç aktör özellikle Hardy ile olan sahnelerinde dikkatleri üzerine çekmeyi fazlasıyla başarmıştı. Hatta bir anlamda Hardy’den biraz rol çalmış bile diyebilirim. O da gerçekten çok başarılı bir performans sergilemişti.


Filmin dikkate değer bir başka oyuncusu ise Domnhall Gleeson’dı. Gleeson filmin önemli bir karakterini, grubun lideri olan Andrew Henry’i canlandırıyor. Son zamanlarda sıkça gördüğümüz ve Star Wars: The Force Awakens, Brooklyn ve Ex Machina gibi oldukça başarılı yapımlarda da karşımıza çıkan Gleeson, bu filmde de oldukça başarılı bir performans sergilemişti.


Oyunculuklar fazlasıyla iyi ama burada filmin yönetmeni Alejandro Gonzalez Inarritu’ya da ayrı bir parantez açmak lazım. Sırf onun için bile izlenecek bir film The Revenant bence. Meksikalı yönetmenini daha önce bunun dışında tam 5 tane uzun metraj filmi vardı ki Birdman zaten muhteşem olmakla beraber tüm filmleri çok başarılıydı. Ölüm üçlemesi denilen Amores Perros, 21 Grams ve Babel’den sonra Biutiful ve Birdman ile çok daha farklı şeyler deneyen ve bunlarda da oldukça başarılı olan Inarritu, The Revenant’ta da sinemasına açıkça görülen yenilikler katmış ve kendini biraz daha geliştirmeyi başarmış. Inarritu bu filmde kamera hareketlerini ve açıları müthiş kullanmış. Filmdeki her sekansın tek seferde çekilmesi de çok ilginç ve güzel bir detay bence. Yani filmde gördüğümüz her sahne ister 5 dakikalık ister 10 dakikalık olsun tek seferde çekilmiş. Buna ek olarak filmin sadece doğal ışıkta çekilmiş olması olayı var, bu da filmin bu kadar özel olmasına neden olan bir olgu. Inarritu bu filmde sinemasına yenilikler katmış dedim ama bir de her filminde olduğu gibi bu filmi de kronolojik sıraya göre hazırlamış olması olayı var. Başarılı yönetmen bunu yapmasının nedeni olarak ise kronolojik düzen sayesinde oyuncuların hikayeye kattığı duyguları daha iyi hale getirdiğini düşünmesini göstermişti.


En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu dallarında Altın Küre kazanmayı başaran The Revenant, bence bu sene Leo’ya uzun zamandır herkesin beklediği Oscar’ı getirecektir ve filmin müthiş görüntü yönetmeni Emmanuel Lubenzki de En İyi Sinematografi ödülü bir kez daha alacaktır. Hatta Tom Hardy’nin de En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında ödülü alabileceğini düşünüyorum ancak Inarritu üst üste ikinci sene büyük ödülü alır mı bundan çok emin değilim ki bu Akademi’nin daha önce hiç yapmadığı bir şey.



The Revenant senaryosunda bazı eksikleri olmasına rağmen muhteşem oyunculuk performansları, inanılmaz vurucu sahneleri, görüntü yönetmeni Lubezki’nin olağanüstü görüntüleri ve Inarritu’nun müthiş yönetmenliği ile yılın en nefes kesen, en göz alıcı yapımlarından biri olmuş. Sonuç olarak modern bir başyapıt olarak görebileceğimiz The Revenant'ı kesinlikle izlemelisiniz. 


1 yorum:

  1. O kadar güzel anlatılmış ki adeta filmin çekiminin içinde hssettim kendimi. Mutlaka izleyeceğim. Teşekkürler.

    YanıtlaSil