Geçen sene tam anlamıyla Boyhood’un egemenliğinde geçen bir ödül
sezonunun sonunda Oscar’da tam 3 büyük ödülü (En İyi Film, En İyi Yönetmen, En
İyi Özgün Senaryo) kazanarak yıla damgasını vurmuş hatta bir nevi tarihi yazmış olan
Alejandro Gonzalez Inarritu, 1 sene
sonra aynı iddiaya sahip bir filmle karşımızda yine. Amerikalı yazar Michael Punke’nin The Revenant: A Novel of Revenge adılı kitabından uyarlanan filmde Inarritu yanına Birdman’de birlikte harikalar yarattığı görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’yi de yanına alarak sinemanın
görsel yanını ön plana çıkaran ve Inarritu’ya
da yönetmenlik anlamında belki de zirve yaptıran muhteşem bir film ortaya
çıkarmışlar.
Uyarlandığı kitabın adından da
anlaşılacağı üzere The Revenant
intikam temalı bir film olmasına rağmen bu temayı doğaya karşı verilen hayatta
kalma mücadelesini biraz daha ön plana alarak işliyor ve böylece kendine aynı
temayı işleyen filmler arasında çok farklı bir yer bulmayı başarıyor. Filmi kısaca zorlu doğa koşullarında geçen vahşi bir hayatta kalma mücadelesi ve intikam hikayesi olarak da tanımlayabilirim. (Buradan sonrası için spoiler’lara
dikkat!)
Konusundan biraz bahsedecek olursam: Western
temasına sahip biyografik bir çalışma olarak nitelendirebileceğimiz The Revenant, 1820’lerde yaşamış olan Hugh
Glass (Leonardo DiCaprio)
isimli bir kürk avcısının hayatta kalma mücadelesini konu alıyor. Glass, yerli bir kadınla evli olması ve
melez bir çocuğa sahip olması nedeniyle film boyunca zaman zaman gördüğümüz beyazlar ile
yerliler arasındaki savaşın tam ortasında kalan çift yönlü bir karakter. Oğlunu
yıllarca zorlu yaşam koşullarında hayatta tutmayı başarmış olan Glass, kamp yaptığı yerde grubuyla
birlikte saldırıya uğradığı için kampı terk etmek zorunda kalır. Bu yolculuk
sırasında gerçekleştirilen keşif gezisinde gruptan ayrı olarak avlandığı bir anda bir ayı
tarafından saldırıya uğrayan Glass
ölümcül bir şekilde yaralanır. Yolculuğu yavaşlattığı düşüncesiyle grubun
komutanı, Glass’ı oğluyla ve başka iki kişiyle birlikte geride bırakır ve adamlara eğer zamanı gelirse Glass'ın usulüne göre gömülmesi gerektiğini
emreder. Bu yolculuk boyunca Glass’ı taşımanın zaten tam anlamıyla bir saçmalık olduğunu düşünen John Fitzgerald da Glass’ın yanında kalanlardan biridir. Fitzgerald (Tom Hardy),
bir süre bekledikten sonra Glass’ın
oğlunu öldürür ve onu da diri diri gömdükten sonra ekibin peşinden gider. Ancak
bu zorlu koşullara ve ölümcül yaralara rağmen hayatta kalmayı başaran Glass, oğlunun intikamını almak için çok
uzun bir yolculuğa çıkacaktır.
Film gerçek olaylardan esinlenilmiş olması
bakımından çok ilgi çekici ancak filmin yapım aşaması da bir o kadar ilginç ve
zorlu olmuş anlaşılan. Filmin gelişimi Ağustos 2011’de senarist Akiva
Goldsman’ın kitabın yazarı Punke’den
filmin yapımı için el yazması metni almasıyla başlıyor. İlk başta filmi
yönetmek için Park Chan-wook, başrol
için ise Samuel L. Jackson ayarlanmış.
Ancak Chan-wook sonradan projeyi
bırakınca yönetmen John Hillcoat ve Christian Bale ile görüşülmüş. Sonuç
olarak ise iki yönetmen de projeyi bırakmışlar. Inarritu ise filmin yönetmeni olmak için Ağustos 2011’de anlaşmayı imzalamış. Sonrasında
ise filmdeki iki ana rol için Leonardo
DiCaprio ve Sean Penn belirlenmiş ancak Penn
kendi programındaki bir uyuşmazlık nedeni ile filmden ayrılmak zorunda kalmış. Böylece
de Tom Hardy, Penn’in yerine filme dahil olmuş.
İlginç bir başka detay ise Leonardo DiCaprio’nun bu filmle aynı dönemde çekilecek olan Steve Jobs’un hayatını anlatan filmde Jobs’u canlandırmak için de teklif
almış olması ama bu teklifi The Revenant
için reddetmesi. O filmde Jobs’u
canlandıran Michael Fassbender ise filmdeki müthiş
performansı sayesinde bu seneki Akademi
Ödülleri’nde Leonardo ile
birlikte En İyi Erkek Oyuncu kategorisine aday olan isimler arasında. Filmin
diğer ana karakterini canlandıran Tom Hardy
ise ilk önce kendine gönderilen senaryoyu okumamış bile çünkü o da Splinter Cell isimli bir başka projeye
hazırlanmaktaymış. Ancak Leonardo
ona senaryoyu okuması konusunda ısrar edince Hardy daha senaryonun yarısını
okuyunca rolü kabul etmiş.
Peki şimdi gelelim filmin senaryosuna. Filmde
her şey mükemmele yakın dursa da senaryoda bazı sıkıntılar da yok değil. Alejandro Inarritu’nun Mark L. Smith
ile birlikte Michael Punke’nin kitabından uyarladıkları
senaryo, bazı noktalarda yetersiz kalmış gibi. Film ana karakterin ayı saldırısı
sonucunda ihanete uğramasını ve bunun intikamını almak istemesini temel alsa da
aslında hayatta kalma mücadelesi burada daha ön plana çıkıyor. Senaryo
açısından da filmi ayakta tutan da bu hayatta kalma mücadelesini anlatılış
şekli olmuş zaten. Çünkü intikam alma olayına yeteri kadar yer verilmemiş, daha
doğrusu bu konunun üzerinde pek de durulmamış. Hatta sadece sondaki bir cümleyle
konu bağlanmaya çalışılmış ki o da biraz klişe ve yetersiz olmuştu. Ancak
hayatta kalma mücadelesinde kullanılan yöntemler bir hayli ilginçti, bazı
sahnelerin izlenmesi zor olsa da. Yani filmdeki intikam olayını Glass’ın hayatta kalma mücadelesi verebilmesi için ona gereken
motivasyonu sağlayan bir yan olay gibi de görebiliriz aslında. Filmde asıl vurgu yapılmak
istenen nokta ise insanların azmi ve doğanın acımasızlığıyla olan zorlu mücadelesi
zaten ve ana karakterin bu mücadeledeki yalnızlığı.
Inarritu bizi bu
amaca başarılı bir şekilde ulaştırıyor da zaten. Mesela bazı sahnelerde Glass’in nefes alıp verme sesleri
duyuluyor, Inarritu bu sahnelerde karakterin
yalnızlığını iyice hissetmemiz için müzik kullanımını bile olabilecek en alt
düzeyde tutmuş. E tabi istenen bu vurgunun yapılmasında etkili olan en önemli
şeylerden biri de filmdeki muhteşem görsel yapı. Inarritu,
Birdman’nin ardından bir kez daha Emmanuel Lubezki ile çalışarak filmi
sırtlamayı sağlayacak kadar müthiş bir görsel yapı oluşturmayı başarmış. Kullanılan
inanılmaz doğa görüntüleri ve incelikle işlenmiş unutulmaz kareler ile izleyiciye
gerçekten üst düzey bir anlatım sunulmuş. Bu epik anlatım filmin
oldukça sakin bir havaya sahip olmasını da sağlamış. Görselliğin bu kadar
gerçekçi olması ve ortaya müthiş bir sinematografi çıkmasının en önemli nedeni
ise kuşkusuz ki Inarritu ile Lubezki’nin filmi doğal ışık kullanarak
çekmeyi istemeleri olmuş. Filmin tamamı soğuk hava koşullarında, doğal ışıkla
çekildiği için de günde sadece 1-1.5 saatlik çekimler yapılabilmiş zaten bu da olağan üstü uzun bir yapım aşaması geçirilmesine neden olmuş.
Filmde süregelen sakin hava ise sinema
tarihine geçecek müthiş vuruculuğa sahip bazı sahnelerle çok etkileyici bir hale gelmiş. Bu vurucu sahnelerin başında ayı saldırısının olduğu sahne ve savaş sahneleri yer alırken
at ile birlikte uçuruma yuvarlanma sahnesi de bunlara dahil edilebilir bence.
Tabii ki tüm bunlara ek olarak filmin belki de en önemli noktası olan Glass’in mücadelesi sırasında yaşadığı bedensel
acı ve başına gelenler özel kadrajlar kullanılarak izleyiciye başarılı bir
şekilde tüm gerçekçiliği ile yansıtılıyor ve hatta hissettiriliyor.
Filmin müzikleri ise Ryuici Sakamoto, Bryce
Dessner ve Alva Noto’ya emanet
edilmiş. Bu kadar epik bir görselliğe sahip bir film için müzikler biraz zayıf
kalmıştı bence. Daha efsanevi müzikler filmi daha da yükseltebilirdi kesinlikle.
Müzikleri çok beğenmesem de kötü olduğunu söyleyemem ama ortalama üstüydü
diyebilirim ancak. Ben artık bir film için görsellik ve müziğin birbirini
destekleyen çok önemli iki unsur olduğuna inanıyorum ve ikisinin birbirini
yükseltecek yapıya da sahip olduğunu düşünüyorum. Filmdeki müzikler görselliği
destekliyor olsa da olabilecek en yüksek düzeye çıkartamamış bence. Bir filmin
müzikle ne kadar muhteşem bir noktaya taşınabildiğini geçen sene Mad Max: Fury Road ile görmüştük mesela.
Peki ya filmin (inanılmaz görsellik dışındaki)
en iyi kısmı neydi derseniz tabii ki de üst düzey oyunculuklardı derim. Filmde
başta Leonardo DiCaprio ve Tom Hardy olmak
üzere Domnhall Gleeson, Will Poulter ve Lucas Haas gibi birçok tanıdık isim var. Zaten ne kadar iyi olduğunu
bildiğimiz bu isimlerin hepsi de bu filmde gerçekten çok başarılı performanslara
imza atıyorlar.
Burada Leonardo DiCaprio’dan
özel olarak bahsetmek lazım çünkü kendisi bu aşırı zorlayıcı rolde kariyerinin
en etkileyici performansını göstermiş ve bence artık uzun zamandır hak
ettiği Oscar’a hiç olmadığı kadar yakın. DiCaprio’ya
o muhtemel ödülü getirecek olan ise filmin hayatta kalma mücadelesini anlatan
kısım ve bu rolün fiziksel olarak zorlayıcı olması çünkü bilirsiniz Akademi
fiziksel olarak zorlayıcı rolleri gerçekten çok seviyor. İşte Hugh Glass karakteri de fiziksel
olarak aşırı zorlayıcı olması nedeniyle herkesin rahatça canlandıracağı bir karakter
değil hatta çoğunun canlandırmaya cesaret bile edemeyeceği bir karakter.
Ancak
DiCaprio bu rolün altından büyük
ustalıkla kalkmayı başarmış. Hugh Glass hakkında ise film boyunca çok fazla
detay öğrenemiyoruz çünkü senaryoda çok detaylandırılmamış bir karakter olmuş. Hatta
DiCaprio film boyunca neredeyse hiç konuşmuyor
ancak buna rağmen asıl vurgulanmak isteneni yani karakterinin çektiği acıyı ve
hayatta kalma azmini bize müthiş bir şekilde hissettirmeyi sağlıyor. Inarritu ise karakterin öyküsünü
anlatmak yerine daha çok onun hayatta kalma mücadelesine odaklanmış ve hakkında
pek bir şey bilmememize rağmen bizim karakteri bir şekilde benimsememizi
sağlamış. Bunu da müthiş kamera hareketleri ve doğayı kullanma şekli
ile sağlamış.
Tom Hardy’nin
canlandırdığı John Fitzgerald karakteri
ise filmde daha az görünmesine rağmen daha detaylı olarak yazılmış bir karakter
ve Hardy bu rolde harikalar
yaratmış. Filmin kötü adamı rolünde olsa da zaman zaman onu haklı buluyor,
onu anlıyorsunuz. Hardy, değişik aksanıyla birlikte oldukça ilginç ve dikkat
çekici bir kötü adam portresi oluşturmayı başarmış.
Kazandığı Oscar adaylığını ise fazlasıyla hak etmiş, hatta ödül için de Sylvester Stallone ve Mark Rylance ile birlikte önemli
bir aday bence.
Filmin dikkat çeken oyuncularından biri de
Will Poulter’dı bence. Jim Bridger rolündeki genç aktör özellikle Hardy ile olan sahnelerinde dikkatleri üzerine çekmeyi fazlasıyla başarmıştı.
Hatta bir anlamda Hardy’den biraz
rol çalmış bile diyebilirim. O da gerçekten çok başarılı bir performans sergilemişti.
Filmin dikkate değer bir başka oyuncusu ise Domnhall Gleeson’dı. Gleeson filmin önemli bir karakterini, grubun lideri
olan Andrew Henry’i canlandırıyor. Son
zamanlarda sıkça gördüğümüz ve Star Wars: The Force Awakens, Brooklyn ve Ex Machina gibi oldukça başarılı
yapımlarda da karşımıza çıkan Gleeson,
bu filmde de oldukça başarılı bir performans
sergilemişti.
Oyunculuklar fazlasıyla iyi ama burada filmin
yönetmeni Alejandro Gonzalez Inarritu’ya
da ayrı bir parantez açmak lazım. Sırf onun için bile izlenecek bir film The Revenant bence. Meksikalı
yönetmenini daha önce bunun dışında tam 5 tane uzun metraj filmi vardı ki Birdman zaten muhteşem olmakla beraber
tüm filmleri çok başarılıydı. Ölüm üçlemesi denilen Amores Perros, 21 Grams
ve Babel’den sonra Biutiful ve Birdman ile çok daha farklı şeyler deneyen ve bunlarda da oldukça
başarılı olan Inarritu, The Revenant’ta da sinemasına açıkça
görülen yenilikler katmış ve kendini biraz daha geliştirmeyi başarmış. Inarritu bu filmde kamera hareketlerini
ve açıları müthiş kullanmış. Filmdeki her sekansın tek seferde çekilmesi de çok
ilginç ve güzel bir detay bence. Yani filmde gördüğümüz her sahne ister 5
dakikalık ister 10 dakikalık olsun tek seferde çekilmiş. Buna ek olarak filmin sadece
doğal ışıkta çekilmiş olması olayı var, bu da filmin bu kadar özel olmasına neden
olan bir olgu. Inarritu bu filmde sinemasına
yenilikler katmış dedim ama bir de her
filminde olduğu gibi bu filmi de kronolojik sıraya göre hazırlamış olması olayı var. Başarılı yönetmen
bunu yapmasının nedeni olarak ise kronolojik düzen sayesinde oyuncuların hikayeye
kattığı duyguları daha iyi hale getirdiğini düşünmesini göstermişti.
En İyi Film, En İyi Yönetmen
ve En İyi Erkek Oyuncu dallarında Altın Küre kazanmayı başaran The Revenant, bence bu sene Leo’ya uzun zamandır herkesin beklediği
Oscar’ı getirecektir ve filmin müthiş görüntü yönetmeni Emmanuel Lubenzki de En İyi Sinematografi
ödülü bir kez daha alacaktır. Hatta Tom Hardy’nin
de En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında ödülü alabileceğini düşünüyorum ancak Inarritu üst üste ikinci sene büyük ödülü
alır mı bundan çok emin değilim ki bu Akademi’nin daha önce hiç yapmadığı bir
şey.
The Revenant senaryosunda bazı eksikleri olmasına rağmen muhteşem oyunculuk
performansları, inanılmaz vurucu sahneleri, görüntü yönetmeni Lubezki’nin olağanüstü görüntüleri ve Inarritu’nun müthiş yönetmenliği ile yılın en nefes
kesen, en göz alıcı yapımlarından biri olmuş. Sonuç olarak modern bir başyapıt olarak görebileceğimiz The Revenant'ı kesinlikle
izlemelisiniz.
O kadar güzel anlatılmış ki adeta filmin çekiminin içinde hssettim kendimi. Mutlaka izleyeceğim. Teşekkürler.
YanıtlaSil